Interkulturalitat Flashcards
(33 cards)
Der Ankömmling musste sich mit den neuen Arbeitsbedingungen arrangieren und dabei einen angemessenen Abstand zu den Kollegen respektieren.
Yeni gelen kişi, yeni çalışma koşullarına uyum sağlamak zorunda kaldı ve aynı zamanda meslektaşlarına karşı uygun bir mesafeyi korumaya özen gösterdi.
sich arrangieren mit (+dat): Bir duruma uyum sağlamak, belirli koşullara göre hareket etmek.
Abstand respektieren: Başkalarıyla fiziksel ya da duygusal bir mesafe koymak, bir sınır oluşturmak.
Die aufrichtige Anteilnahme der Kollegen zeigte, dass sie bereit waren, sich emotional auf die schwierige Situation einzulassen und damit auch einen bedeutenden Anteil an der Bewältigung der Krise hatten.
Meslektaşların içten taziyeleri, zor duruma duygusal olarak kendilerini adadıklarını ve krizin üstesinden gelinmesinde önemli bir paya sahip olduklarını gösterdi.
die Anteilnahme: Başkasının acısına, durumuna içten katılım (taziye, empati).
sich einlassen auf (+Akk): Bir şeye kendini duygusal ya da zihinsel olarak dahil etmek.
einen Anteil haben an (+Dat): Bir şeyde pay sahibi olmak, katkıda bulunmak.
In einer globalisierten Welt ist es unvermeidlich, sich mit jeder kulturellen Erscheinungsform auseinanderzusetzen, wobei man oft gezwungen ist, sich anzupassen und gleichzeitig an den Belangen anderer Kulturen interessiert zu sein, um ein respektvolles Miteinander zu ermöglichen.
Küreselleşmiş bir dünyada, her kültürel dışavurum biçimiyle ilgilenmek kaçınılmazdır; bu süreçte çoğu zaman uyum sağlamak zorunda kalınır ve diğer kültürlerin çıkarlarına ilgi göstermek gerekir ki saygılı bir birlikte yaşam mümkün olsun.
die kulturelle Erscheinungsform: Kültürel dışavurum biçimi, bir kültürün görünür yapısı (örneğin gelenekler, sanat, davranışlar).
gezwungen sein, zu (+Inf): Bir şeyi yapmaya mecbur/zorunlu olmak.
an den Belangen anderer interessiert sein: Başkalarının meselelerine/çıkarlarına ilgi duymak.
Die kulturelle Identität kann einen Menschen prägen, selbst wenn äußere Einflüsse versuchen, diese Einflüsse mit einer weißen Decke zuzudecken und unsichtbar zu machen.
Kültürel kimlik, bir insanı şekillendirebilir, hatta dış etkenler bu etkileri beyaz bir örtüyle örtmeye ve görünmez kılmaya çalışsa bile.
Kulturelle Identität → Bir kişinin ait olduğu kültürle şekillenen kimliği.
jmdn. prägen → Birini derinden etkilemek / kişiliğini biçimlendirmek.
mit einer weißen Decke zudecken → Üstünü örtmek, gizlemek (mecaz anlamda da kullanılır)
Das ständige Kommen und Gehen von Mitarbeitenden kann auf die Arbeitsmoral der übrigen Belegschaft wirken und erschwert es den Führungskräften, eine fundierte Einschätzung über die Teamdynamik zu geben.
Çalışanların sürekli gelip gitmesi, kalan ekip üyelerinin çalışma motivasyonu üzerinde etkili olabilir ve yöneticilerin ekip dinamiği hakkında sağlam bir değerlendirme yapmalarını zorlaştırır.
das Kommen und Gehen → Sürekli giriş çıkış, insanlar veya çalışanlar sürekli değişiyor.
wirken auf (+Akk) → Bir şeyin başka bir şey üzerinde etkisi olmak.
eine Einschätzung geben → Değerlendirme yapmak / fikir belirtmek.
Das Konzept für eine gerechte Ressourcenverteilung basiert darauf, dass sich alle Beteiligten auf die Einhaltung gemeinsamer Regeln verlassen können, ohne dass sich einzelne der Verantwortung entziehen können.
Adil kaynak dağıtımı için oluşturulan konsept, tüm tarafların ortak kurallara uyulacağına güvenebilmesine ve hiçbir bireyin sorumluluktan kaçamamasına dayanır.
das Konzept für → … için oluşturulmuş fikir veya plan.
sich verlassen auf (+Akk) → Bir şeye/birine güvenmek.
sich einer Sache entziehen können → Sorumluluktan, yükümlülükten kaçabilmek.
Empathisch gezogene Parallelen zwischen unterschiedlichen Lebensrealitäten können Horizonte öffnen, während ein Mangel an Verständnis dieselben verdecken kann.
Farklı yaşam gerçeklikleri arasında empatiyle kurulan paralellikler, yeni ufuklar açabilirken, anlayış eksikliği bu ufukları kapatabilir.
die Parallele → Benzerlik, paralellik.
empathisch → Duygudaş, empati kurabilen.
Horizonte öffnen/verdecken → Yeni bakış açıları kazandırmak / engellemek, sınırlamak
Das Phänomen, das bisher nur theoretisch diskutiert wurde, kam schließlich optisch ans Licht der Welt, als es erstmals visuell dokumentiert werden konnte.
Daha önce sadece teorik olarak tartışılan fenomen, ilk kez görsel olarak belgelenebilince optik olarak gün yüzüne çıktı.
das Phänomen → Olağanüstü olay, olgu.
optisch → Görsel, gözle ilgili.
ans Licht der Welt kommen → Gün yüzüne çıkmak, ortaya çıkmak
Die Prägung durch frühkindliche Erfahrungen kann so verblüffend tiefgehend sein, dass einem Jahre später plötzlich bestimmte Verhaltensmuster in den Sinn kommen.
Erken çocukluk deneyimlerinden gelen izlenim o kadar şaşırtıcı derecede derin olabilir ki, yıllar sonra bir anda bazı davranış kalıpları insanın aklına gelebilir.
die Prägung → (kişilik üzerinde) iz bırakma, şekillendirme.
verblüffend → şaşırtıcı, hayrete düşürücü.
jmdm. kommt etw. in den Sinn → birinin aklına bir şey gelmek.
Der treffende Vergleich zwischen menschlichem Verhalten und Schwarmintelligenz war so verblüffend, dass er die Forscher in ihrer Sichtweise nahezu unumkehrbar machte.
İnsan davranışıyla sürü zekası arasındaki yerinde benzetme, o kadar şaşırtıcıydı ki, araştırmacıların bakış açısını neredeyse geri döndürülemez şekilde değiştirdi.
der treffende Vergleich → yerinde benzetme / isabetli karşılaştırma
verblüffend → şaşırtıcı, hayrete düşürücü
jmdn. unumkehrbar machen → birini (fikirlerinde veya kararlarında) geri dönüşü olmayan hâle getirmek
Die Zuverlässigkeit eines Mitarbeiters, bei genauerem Betrachten, wird für das Unternehmen von großem Wert sein, da sie das Vertrauen und die Effizienz im Team stärkt.
Bir çalışanın güvenilirliği, daha dikkatli incelendiğinde, şirket için büyük bir değer taşıyacaktır, çünkü bu, ekipteki güveni ve verimliliği artırır.
die Zuverlässigkeit → güvenilirlik
bei genauerem Betrachten → daha dikkatli bir şekilde incelediğimizde
etwas wert sein → bir şeyin değeri olmak, önemli olmak
Die Voraussetzung für ein glücklicheres Leben, dem Wortsinn nach, führt zu mehr Zufriedenheit, indem sie ein ausgewogenes Verhältnis zwischen Arbeit und Freizeit schafft.
Daha mutlu bir yaşam için gereken şartlar, kelimenin tam anlamıyla, iş ve boş zaman arasında dengeli bir ilişki kurulmasıyla daha fazla memnuniyete yol açar.
die Voraussetzung für → bir şeyin gerekliliği, şartı
dem Wortsinn nach → kelime anlamına göre
zu mehr Zufriedenheit führen → daha fazla memnuniyete yol açmak
Die Zurückhaltung in Bezug auf persönliche Meinungen kann bemerkenswert sein, besonders wenn man in einem Umfeld arbeitet, das Arbeitsplätze schafft, die auf Teamarbeit und Zusammenarbeit angewiesen sind.
Kişisel görüşlere karşı olan suskunluk, özellikle takım çalışması ve işbirliğine dayalı çalışan iş yerleri yaratılan bir ortamda dikkate değer olabilir.
die Zurückhaltung → bir konuda kendini geri tutma, suskun kalma
bemerkenswert → dikkat çekici, önemli
Arbeitsplätze schaffen → iş imkanları yaratmak
Der Dienstleistungsbereich hat sich in den letzten Jahren bemerkenswert entwickelt und konnte dadurch zahlreiche Arbeitsplätze schaffen.
Hizmet sektörü, son yıllarda dikkate değer bir şekilde gelişti ve bu sayede birçok istihdam alanı oluşturabildi.
der Dienstleistungsbereich → hizmet sektörü
bemerkenswert → kayda değer, dikkat çekici
Arbeitsplätze schaffen → iş imkanı yaratmak
Das gängige Klischee über Menschen mit Migrationshintergrund wurde durch eine Studie im Auftrag der Bundesregierung kritisch hinterfragt und teilweise widerlegt.
Göçmen kökenli insanlar hakkında yaygın klişe, federal hükümetin talimatıyla yapılan bir çalışma sayesinde eleştirel bir şekilde sorgulandı ve kısmen çürütüldü.
das gängige Klischee → yaygın klişe
mit Migrationshintergrund → göçmen kökenli
eine Studie im Auftrag (+ Genitiv) → … adına yapılmış bir araştırma
Das soziale Milieu, in dem eine Person aufwächst, beeinflusst maßgeblich ihre Einstellungen in Sachen Bildung, vor allem wenn sie in einem bestimmten Bereich tätig ist, wie etwa im pädagogischen Umfeld.
Bir kişinin yetiştiği sosyal çevre, özellikle eğitim konusunda ve örneğin pedagoji alanında çalışıyorsa, onun tutumlarını büyük ölçüde etkiler.
das Milieu → çevre, sosyal ortam
in Sachen → … konusunda
in einem Bereich tätig sein → bir alanda çalışmak / faal olmak
Die Stiftung berücksichtigt im Schnitt mehrere Aspekte bei der Vergabe ihrer Fördermittel, darunter soziale Gerechtigkeit, Nachhaltigkeit und Bildungszugang.
Vakıf, sağladığı fonları dağıtırken ortalama olarak birçok unsuru dikkate alır, bunların arasında sosyal adalet, sürdürülebilirlik ve eğitime erişim yer alır.
die Stiftung → vakıf
im Schnitt → ortalama olarak
Aspekte berücksichtigen bei → bir konuda unsurları dikkate almak / göz önünde bulundurmak
Die Übersiedlung in das neue Land diente lediglich dem Zweck, eine Chance zu ergreifen, die sich im Herkunftsland nie geboten hatte.
Yeni bir ülkeye göç etmek, sadece bir fırsatı değerlendirmek amacıyla yapılmıştı; bu fırsat, kişinin geldiği ülkede asla ortaya çıkmamıştı.
die Übersiedlung → taşınma/göç (özellikle ülke değişikliği)
lediglich → sadece, yalnızca
eine Chance ergreifen → bir fırsatı değerlendirmek / yakalamak
Im Untersuchungszeitraum von fünf Jahren konnte der Vorstandsvorsitzende durch gezielte Fördermaßnahmen vielen jungen Talenten eine Chance zur Weiterentwicklung ermöglichen.
Beş yıllık inceleme süresi boyunca, yönetim kurulu başkanı, hedefe yönelik desteklerle birçok genç yeteneğe gelişim için bir fırsat sunmayı başardı.
der Untersuchungszeitraum → araştırma/inceleme dönemi
jmdm. eine Chance zu (+Dat) ermöglichen → birine … için bir fırsat sağlamak
der Vorstandsvorsitzende → yönetim kurulu başkanı
Die Zuwanderungsgeschichte Deutschlands zeigt, dass Menschen mit Migrationshintergrund nicht nur Geld einnehmen, sondern auch ein Jobmotor für die Wirtschaft sein können.
Almanya’nın göç geçmişi, göçmen kökenli insanların sadece para kazanmadığını, aynı zamanda ekonomi için bir istihdam motoru olabileceklerini göstermektedir.
die Zuwanderungsgeschichte → göç geçmişi
Geld einnehmen → para kazanmak (genellikle iş ya da ticaret yoluyla)
ein Jobmotor für (+Akk) sein → … için istihdam/iş motoru olmak
Auch wenn manche Migrant*innen einem Klischee entsprechen mögen, zeigen aktuelle Studien, dass viele von ihnen ihr Potenzial ausschöpfen und die Erwerbsquote von 60 % auf 75 % gestiegen ist.
Bazı göçmenler bir klişeye uyuyor gibi görünse de, güncel araştırmalar, birçoğunun potansiyelini kullandığını ve istihdam oranının %60’tan %75’e yükseldiğini göstermektedir.
einem Klischee entsprechen → bir klişeye uymak
ein Potenzial ausschöpfen → potansiyelini tam anlamıyla kullanmak
steigen von … auf … → …‘dan …‘a yükselmek/artmak
Interkulturelle Begegnungen fördern nicht nur das gegenseitige Verständnis, sondern tragen auch dazu bei, dass die Teilnahme am Arbeitsmarkt von Zugewanderten um satte 33 Prozent steigt.
Kültürlerarası karşılaşmalar, sadece karşılıklı anlayışı teşvik etmekle kalmaz, aynı zamanda göçmenlerin iş gücü piyasasına katılımının tam %33 oranında artmasına da katkı sağlar.
die interkulturelle Begegnung → kültürlerarası karşılaşma/bir araya gelme
um satte 33 Prozent steigen → tam %33 oranında artmak
die Teilnahme am Arbeitsmarkt → iş gücü piyasasına katılım
Die Bezeichnung „gebürtiger Deutscher“ lässt sich aus historischen und kulturellen Entwicklungen ableiten und beruht auf der Annahme, dass nationale Identität durch Herkunft definiert wird.
“Doğuştan Alman” terimi, tarihsel ve kültürel gelişmelerden türetilmiştir ve ulusal kimliğin kökenle belirlendiği varsayımına dayanmaktadır.
der gebürtige Deutsche → doğuştan Alman
sich ableiten lassen aus → bir şeyden türemek / kaynaklanmak
auf einer Annahme beruhen → bir varsayıma dayanmak
Der gebürtige Deutsche zeichnet sich durch seine interkulturelle Kompetenz aus, da er in einem internationalen Unternehmen arbeitet und stets die globalen Entwicklungen im Auge hat.
Alman doğumlu kişi, uluslararası bir şirkette çalıştığı ve küresel gelişmeleri daima göz önünde bulundurduğu için kültürlerarası yetkinliğiyle öne çıkıyor.
der gebürtige Deutsche → Almanya doğumlu kişi
sich auszeichnen durch → bir şeyle öne çıkmak, dikkat çekmek
etwas im Auge haben → bir şeyi göz önünde bulundurmak, takip etmek, hedeflemek