Nomen-Verb-Verbindungen Flashcards

(70 cards)

1
Q

eine /die Absicht haben + inf. mit zu ( niyeti olmak / Intention )

  • Die Geschäftsleitung hat die Absicht, Raucherpausen einzurichten.
    (Şirket yönetiminin Sigara molalarını düzenleme niyeti var.)

*Ich habe die Absicht, nächstes Jahr nach Spanien zu reisen.
*Ich habe die Absicht, meine Sprachkenntnisse zu verbessern.
* Ich habe die Absicht, mich um eine neue Stelle zu bewerben.( Yeniay bir is basvurusu yapmak niyetindeyim)
*Er hat die Absicht, bald ein neues Auto zu kaufen.

A

*beabsichtigen + zu inf. ( bir niyeti yada amacı olmak )

  • Die Geschäftsführung beabsichtig, Raucherpausen einzurichten.
    *Ich beabsichtige, nächstes Jahr nach Spanien zu reisen.
    *Ich beabsichtige, meine Sprachkenntnisse zu verbessern.
  • Ich beabsichtige, mich um eine neue Stelle zu bewerben.
  • Er beabsichtigt, bald ein neues Auto zu kaufen.
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
2
Q

eine/ keine Ahnung haben ( Bilgisi, Fikri olmamak )

  • Ich habe keine Ahnung, wozu diese Maßnahme gut sein soll.
  • Sie haben keine Ahnung, wie wichtig diese Entscheidung ist.
  • Ich habe keine Ahnung, wie man das Problem lösen kann.
  • Hast du keine Ahnung, warum sie nicht gekommen ist?
    *Er hat wirklich keine Ahnung von Mathematik.
A
  • wissen

*Ich weiß nicht, wozu diese Maßnahme gut sein soll.
*ich weiß nicht, wie wichtig diese Entscheidung ist.
* Ich weiß nicht, wie man das Problem lösen kann.
* weißt du, warum sie nicht gekommen ist ?

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
3
Q
  • Angst haben ( Korkusu olmak)
  • Ich habe Angst, die Prüfung nicht zu bestanden.
  • viele Menschen haben Angst vor Veränderungen.
    *Kinder haben oft Angst vor der Dunkelheit
  • Sie hat Angst vor, einen Fehler zu machen.
  • Ich habe keine Angst vor Herausforderungen.
A

*befürchten ( korkmak)
* sich befürchten vor

  • Ich befürchte , die Prüfung nicht zu bestanden.
  • ich befürchte mich davor, die Prüfung nicht zu bestanden.
  • Viele Menschen befürchten vor Veränderungen
  • Kinder befürchten oft vor der Dunkelheit.
  • sie befürchtet sich davor, eine Fehler zu machen.
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
4
Q

*Auswirkungen haben auf +A (Birseyin başka birşey üstünde etkisi )

*Die neue Regelung wird Auswirkungen auf die Arbeitszeiten haben.
( yeni düzenleme çalışma saatleri üzerinde etkili olacak )
* Die Umweltverschmutzung hat schwerwiegende Auswirkungen auf die Gesundheit der Menschen.
( çevre kirliliği insan sağlığı üzerinde ciddi etkiler oluşturuyor )
* Die politischen Entscheidungen haben langfristige Auswirkungen auf die Gesellschaft.
Politik kararlar, toplum üzerinde uzun vadeli etkileri oluşturur.

  • Diese wirtschaftlichen Veränderungen werden Auswirkungen auf den Arbeitsmarkt haben.
    Bu ekonomik değişiklikler işgücü piyasası üzerinde etkili olacak.
A

*sich auswirken auf + A ( bir şeyi etkilemek , sonuç doğurmak )
* einen Effekt haben auf +A

  • Die neue Regelung wird sich auf die Arbeitszeiten auswirken.
  • Die Umweltverschmutzung hat schwerwiegenden Effekt auf die Gesundheit der Menschen.
    *Die politischen Entscheidungen wirken langfristig auf die Gesellschaft.
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
5
Q

ins Boot holen

A

“Ins Boot holen” ist eine deutsche Redewendung und bedeutet, jemanden in ein Projekt oder eine Entscheidung mit einzubeziehen, ihn zu überzeugen oder für eine Sache zu gewinnen.

Türkçe Açıklama:

“Ins Boot holen” deyimi, birini bir projeye, karara veya sürece dahil etmek, onu ikna etmek veya desteklemesini sağlamak anlamına gelir.

Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Wir müssen die Kollegen ins Boot holen, bevor wir die Entscheidung treffen.
• Kararı vermeden önce meslektaşlarımızı sürece dahil etmeliyiz.
2. Der neue Manager hat versucht, das gesamte Team ins Boot zu holen.
• Yeni yönetici, tüm ekibi sürece katmaya çalıştı.
3. Um das Projekt erfolgreich umzusetzen, sollten wir auch externe Experten ins Boot holen.
• Projeyi başarıyla gerçekleştirmek için dış uzmanları da sürece dahil etmeliyiz.
4. Wenn wir die Stadtverwaltung ins Boot holen, könnten wir mehr finanzielle Unterstützung bekommen.
• Belediye yönetimini işin içine katarsak daha fazla mali destek alabiliriz.
5. Er hat seine Mitarbeiter frühzeitig ins Boot geholt, um Widerstände zu vermeiden.
• Dirençleri önlemek için çalışanlarını erken aşamada sürece dahil etti.

Diese Redewendung stammt aus der Seefahrt: Wer mit im Boot sitzt, ist Teil der Mannschaft und rudert mit.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
6
Q

vor Wut sprechen

A

“Vor Wut sprechen” bedeutet, dass jemand in einem Zustand großer Wut spricht, oft unkontrolliert, laut oder emotional. Es drückt aus, dass die Wut das Sprechen beeinflusst.

Türkçe Açıklama:

“Vor Wut sprechen”, büyük bir öfke içinde konuşmak anlamına gelir. Kişinin öfkesi, konuşma tarzını etkiler; genellikle kontrolsüz, yüksek sesle veya duygusal bir şekilde konuşur.

Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Er konnte vor Wut kaum sprechen.
• Öfkeden neredeyse konuşamıyordu.
2. Sie schrie vor Wut und konnte keine klaren Sätze mehr sprechen.
• Öfkeden bağırıyordu ve artık net cümleler kuramıyordu.
3. Vor Wut bebend sprach er mit zitternder Stimme.
• Öfkeden titreyerek, titrek bir sesle konuştu.
4. Ich konnte seine Worte nicht verstehen, weil er vor Wut so laut sprach.
• Onun sözlerini anlayamadım çünkü öfkeden çok yüksek sesle konuşuyordu.
5. Er sprach so schnell vor Wut, dass niemand ihm folgen konnte.
• Öfkeden o kadar hızlı konuşuyordu ki kimse onu takip edemedi.

Diese Wendung zeigt, dass die Emotion „Wut“ einen starken Einfluss auf das Sprechen hat.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
7
Q

unter Freunden sein

A

“Unter Freunden sein” bedeutet, in der Gesellschaft von Freunden zu sein – also in einem vertrauten, entspannten und informellen Umfeld. Es drückt aus, dass man sich in einer freundschaftlichen Runde befindet, in der man offen, ehrlich und ungezwungen kommunizieren kann.

Türkçe Açıklama:

“Unter Freunden sein” ifadesi, arkadaşların arasında olmak, samimi ve rahat bir ortamda bulunmak anlamına gelir. Bu durumda insanlar birbirlerine karşı açık ve dürüst davranırlar, resmiyetten uzak, içten bir iletişim kurarlar.

Beispielssätze mit Türkischer Übersetzung:

  1. Man fühlt sich wohl, wenn man unter Freunden ist.
    • Arkadaşlar arasında olmak insanı rahat hissettirir.
  2. Unter Freunden kann man über alles ehrlich sprechen.
    • Arkadaşlar arasında her konuda dürüstçe konuşmak mümkündür.
  3. Er genießt es, Zeit unter Freunden zu verbringen.
    • O, arkadaşlarının arasında vakit geçirmeyi çok sever.
  4. Die Atmosphäre ist entspannt, wenn man unter Freunden ist.
    • Arkadaşlar arasında ortam çok rahat olur.
  5. Unter Freunden gibt es keine Förmlichkeit – man kann einfach man selbst sein.
    • Arkadaşlar arasında hiçbir resmiyet yoktur; sadece kendin olabilirsin.

Diese Sätze verdeutlichen, was es bedeutet, „unter Freunden zu sein“, und zeigen, wie man in solch einem Umfeld kommuniziert und sich fühlt.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
8
Q

verwirrt sein

A

Türkçe Anlamı:
• “Kafası karışık olmak”, “şaşırmış olmak”, “zihni bulanık olmak”

Almanca Açıklama:
• “Verwirrt sein”, bir kişinin düşüncelerinin net olmaması, şaşkın veya kafası karışık olması durumunu ifade eder.
• Zihinsel karmaşa, şaşkınlık veya beklenmedik bir durum karşısında tepki verme anlamında kullanılır.

  1. Bir Durum Karşısında Şaşkın veya Kafası Karışık Olmak

Örnek:
• “Nach der komplizierten Erklärung war ich völlig verwirrt.”
→ Karmaşık açıklamadan sonra tamamen kafam karıştı.
• “Er war so müde, dass er ganz verwirrt war.”
→ O kadar yorgundu ki tamamen şaşkındı.

  1. Duygusal veya Zihinsel Olarak Karışmış Hissetmek

Örnek:
• “Sie fühlte sich verwirrt, weil sie nicht wusste, was sie tun sollte.”
→ Ne yapacağını bilmediği için kendini şaşkın hissetti.
• “Ich bin verwirrt – kannst du das bitte nochmal erklären?”
→ Kafam karıştı, bunu lütfen bir daha açıklayabilir misin?

  1. Günlük Hayatta Beklenmedik Durumlara Verilen Tepki Olarak

Örnek:
• “Ich war verwirrt, als er plötzlich verschwunden war.”
→ O aniden kaybolduğunda şaşırdım.
• “Die widersprüchlichen Informationen machten ihn verwirrt.”
→ Çelişkili bilgiler onu kafasını karıştırdı.

Zıt ve Benzer Anlamlı Kelimeler
• Benzer: “durcheinander sein” (kafası karışmak), “ratlos sein” (çaresiz kalmak), “unsicher sein” (emin olmamak)
• Zıt: “klar denken” (net düşünmek), “fokussiert sein” (odaklanmış olmak), “entschlossen sein” (kararlı olmak)

Bu ifade, **hem günlük konuşmalarda hem de duygusal/zihinsel durumları anlat

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
9
Q

geistesabwesend sein

A

Türkçe Anlamı:
• “Dalgın olmak”, “zihnen başka yerde olmak”, “düşüncelere dalmak”

Almanca Açıklama:
• “Geistesabwesend sein”, bir kişinin o an çevresine odaklanamaması, zihninin başka bir şeyle meşgul olması veya dalgın olması durumunu ifade eder.
• Genellikle düşüncelere dalmış, dikkatini kaybetmiş veya hayallere dalmış kişiler için kullanılır.

  1. Dikkatini Kaybetmiş veya Dalıp Gitmiş Olmak

Örnek:
• “Er war während des Gesprächs geistesabwesend und hat nicht zugehört.”
→ Konuşma sırasında dalgındı ve dinlemedi.
• “Sie saß geistesabwesend am Fenster und dachte an die Vergangenheit.”
→ Pencerede dalgın bir şekilde oturdu ve geçmişi düşündü.

  1. Günlük Hayatta Dalgınlık veya Unutkanlık Göstermek

Örnek:
• “Geistesabwesend nahm er das falsche Glas.”
→ Dalgın bir şekilde yanlış bardağı aldı.
• “Ich war so geistesabwesend, dass ich meinen Schlüssel vergessen habe.”
→ O kadar dalgındım ki anahtarımı unuttum.

  1. İş veya Okulda Zihnen Meşgul Olmak

Örnek:
• “Der Schüler war im Unterricht geistesabwesend.”
→ Öğrenci derste dalgındı.
• “Entschuldigung, ich war gerade geistesabwesend. Kannst du das wiederholen?”
→ Özür dilerim, dalgındım. Bunu tekrar edebilir misin?

Zıt ve Benzer Anlamlı Kelimeler
• Benzer: “zerstreut sein” (dikkati dağınık olmak), “abwesend wirken” (oradaymış gibi ama aslında dikkat etmemek), “in Gedanken sein” (düşüncelere dalmak)
• Zıt: “konzentriert sein” (odaklanmış olmak), “aufmerksam sein” (dikkatli olmak), “bei der Sache sein” (konuya odaklanmak)

Bu ifade, günlük konuşmalarda dalgınlık veya unutkanlık durumlarını anlatmak için kullanılan B2 seviyesinde bir deyimdir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
10
Q

zerstreut sein

A

Türkçe Anlamı:
• “Dikkati dağılmış olmak”, “dağınık olmak”, “unutkan ve dikkatsiz olmak”

Almanca Açıklama:
• “Zerstreut sein”, bir kişinin dikkatinin dağılması, zihninin birden fazla şeye kayması veya dağınık bir şekilde davranması durumunu ifade eder.
• Genellikle unuttuğu şeylerle veya çevresindeki olaylarla ilgisi olmayan bir kişiyi tanımlamak için kullanılır.

  1. Dikkat ve Odaklanma Sorunlarıyla Kullanım

Örnek:
• “Sie ist heute ganz zerstreut und hat ihre Tasche vergessen.”
→ Bugün çok dağınık, çantasını unuttu.
• “Er ist in letzter Zeit ziemlich zerstreut und vergisst oft wichtige Termine.”
→ Son zamanlarda oldukça dağınık, sık sık önemli randevuları unutuyor.

  1. Günlük Yaşamda Dağınıklık veya Unutkanlık

Örnek:
• “Er kam zerstreut zur Arbeit und vergaß seine Schlüssel.”
→ Dağınık bir şekilde işe geldi ve anahtarlarını unuttu.
• “Sie war so zerstreut, dass sie den Bus verpasst hat.”
→ O kadar dağınıktı ki otobüsü kaçırdı.

  1. Fiziksel ve Zihinsel Dağınıklık Durumları

Örnek:
• “Er wirkt zerstreut, weil er an etwas anderes denkt.”
→ O, başka bir şey düşündüğü için dağınık görünüyor.
• “Zerstreute Menschen sind oft nicht in der Lage, sich zu konzentrieren.”
→ Dağınık insanlar genellikle odaklanmakta zorlanırlar.

Zıt ve Benzer Anlamlı Kelimeler
• Benzer: “geistesabwesend sein” (dalgın olmak), “abwesend wirken” (dikkatsiz olmak), “vergesslich sein” (unutkan olmak)
• Zıt: “konzentriert sein” (odaklanmış olmak), “aufmerksam sein” (dikkatli olmak), “ordentlich sein” (düzenli olmak)

Bu ifade, dalgınlık, unutkanlık ve zihinsel dağınıklıkla ilgili durumları anlatırken B2 seviyesinde yaygın olarak kullanılır.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
11
Q

abwesend wirken

A

“Abwesend wirken” – Almanca’da Anlamı ve Kullanımı

Türkçe Anlamı:
• “Dikkatsiz görünmek”, “yanında olmamak”, “oradaymış gibi ama aslında mevcut olmamak”

Almanca Açıklama:
• “Abwesend wirken”, bir kişinin fiziksel olarak bir yerde bulunmasına rağmen zihinsel veya duygusal olarak o anın dışında olduğunu ifade eder.
• Bu ifade, dikkatini kaybetmiş veya şu anki duruma odaklanmamış birini tanımlamak için kullanılır.

  1. Fiziksel Olarak Varlık Gösterip, Zihinsel Olarak Bulunmamak

Örnek:
• “Er wirkte abwesend, als ich ihm von dem Problem erzählte.”
→ Ona problemi anlattığımda dikkatsiz görünüyordu.
• “Während des Meetings wirkte sie abwesend und hörte kaum zu.”
→ Toplantı sırasında dikkatsiz görünüyordu ve neredeyse hiç dinlemedi.

  1. Duygusal ve Zihinsel Dağınıklık Durumlarında Kullanımı

Örnek:
• “Du siehst abwesend aus. Denkst du an etwas anderes?”
→ Dikkatsiz görünüyorsun. Başka bir şey mi düşünüyorsun?
• “Er wirkte abwesend, weil er an seine schwierige Situation dachte.”
→ Zor durumu hakkında düşündüğü için dikkatsiz göründü.

  1. Başka Bir Yerdeymiş Gibi Hissedilen Durumlar

Örnek:
• “Obwohl er in der Klasse saß, wirkte er abwesend und schaute aus dem Fenster.”
→ Sınıfta oturmasına rağmen dikkatsiz görünüyor ve pencereye bakıyordu.
• “Sie wirkte abwesend, als sie von ihrer Familie sprach.”
→ Ailesinden bahsederken dikkatsiz görünüyordu.

Zıt ve Benzer Anlamlı Kelimeler
• Benzer: “geistesabwesend wirken” (dalgın görünmek), “zerstreut wirken” (dağınık görünmek), “abwesend sein” (bulunmamak)
• Zıt: “aufmerksam wirken” (dikkatli görünmek), “fokussiert wirken” (odaklanmış görünmek), “präsent sein” (mevcut olmak)

Bu ifade, B2 seviyesinde özellikle birinin zihinsel olarak bir durumda bulunmadığı, ancak fiziksel olarak orada olduğu durumları anlatmak için kullanılır.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
12
Q

von mir aus

A

• “Bana göre”, “Benim açımdan”, “Benim için sorun değil”
(Bir öneriye veya duruma karşı kişisel itirazın olmadığını, kabul edilebilir olduğunu belirtir.)

Almanca Açıklama:
• “Von mir aus” ifadesi, bir şeyin benim açımdan kabul edilebilir veya uygun olduğunu ifade eder.
• Genellikle karşı tarafın önerisine veya duruma itiraz etmediğinizi, aksine onayladığınızı veya kayıtsız olduğunuzu belirtmek için kullanılır.
• Bu ifade, “as far as I’m concerned” veya “it’s fine by me” gibi İngilizce ifadelere benzer şekilde, kişisel tercih veya onay anlamı taşır.

İngilizce Karşılığı:
• “As far as I’m concerned”, “It’s fine by me”, “I don’t mind”

Zıt Anlamlıları:
• “Mir ist das egal nicht” (benim için sorunlu, kabul edilemez)
• “Ich habe etwas dagegen” (buna karşıyım)

Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Meiner Meinung nach” (bana göre, benim fikrimce)
• “Für mich ist das in Ordnung” (benim için uygun)
• “Ich habe nichts dagegen” (buna karşı hiçbir itirazım yok)

1.	“Sollen wir heute Abend ins Restaurant gehen?” Antwort: “Von mir aus, das klingt gut.” (Türkçe: “Bu akşam restorana gidelim mi?” — “Benim için sorun değil, kulağa hoş geliyor.”)
2.	“Du kannst den Film aussuchen, ich bin von mir aus einverstanden.” (Türkçe: “Filmi sen seç, ben buna gayet iyiyim.”)
3.	“Wenn du den Rest der Arbeit übernimmst, ist das von mir aus in Ordnung.” (Türkçe: “Eğer kalan işi sen yaparsan, benim açımdan sorun yok.”)
4.	“Wir können die Besprechung um eine Stunde verschieben, von mir aus.” (Türkçe: “Toplantıyı bir saat erteleyebiliriz, ben buna katılıyorum.”)
5.	“Soll ich das Auto parken? – Von mir aus, mach, wie du willst.” (Türkçe: “Arabayı park etsem mi? – Benim için fark etmez, istediğin gibi yap.”)
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
13
Q

aus Liebe töten

A

• “Aşktan dolayı öldürmek”, “sevgi uğruna öldürmek”
(Bir kişinin ya da varlığın, sevgi veya aşk motivasyonu nedeniyle öldürülmesi)

Almanca Açıklama:
• “Aus Liebe töten” ist ein Ausdruck, der beschreibt, wenn jemand aus Liebe handelt und dabei eine extreme Handlung wie das Töten begeht.
• Diese Formulierung findet sich oft in literarischen oder metaphorischen Kontexten, um die paradoxe Situation darzustellen, in der Liebe zu Handlungen führt, die normalerweise als moralisch verwerflich gelten.
• Es handelt sich um ein starkes und emotional aufgeladenes Motiv, das in der Realität ethisch, rechtlich und moralisch höchst umstritten ist.

Englische Entsprechung:
• “To kill out of love”, “to kill for love”

1.	“In manchen Romanen wird beschrieben, wie ein Mensch aus Liebe tötet, um den anderen vor weiterem Leid zu bewahren.” (Türkçe: Bazı romanlarda, bir kişinin diğerini daha fazla acı çekmekten kurtarmak için aşktan dolayı öldürdüğü anlatılır.)
2.	“Die Aussage ‘aus Liebe töten’ verdeutlicht, wie extrem Emotionen Handlungen beeinflussen können.” (Türkçe: ‘Aşktan dolayı öldürmek’ ifadesi, duyguların nasıl aşırı eylemleri etkileyebileceğini ortaya koyar.)
3.	“Obwohl es literarisch oft thematisiert wird, ist das Töten aus Liebe in der Realität niemals gerechtfertigt.” (Türkçe: Edebiyatta sıklıkla ele alınsa da, aşktan dolayı öldürmek gerçek hayatta asla haklı görülemez.)

Zusätzliche Hinweise:
• Literarisch und Philosophisch:
In literarischen oder philosophischen Diskussionen wird der Ausdruck oft genutzt, um die Komplexität und Widersprüchlichkeit menschlicher Emotionen zu beleuchten.
• Ethische und Rechtliche Aspekte:
Unabhängig von der emotionalen Motivation ist das Töten – selbst wenn es “aus Liebe” geschieht – in den meisten Gesellschaften ethisch und rechtlich nicht akzeptiert.

Diese Ausdrucksweise dient vor allem dazu, extreme emotionale Konflikte und paradoxe Situationen in Kunst und Literatur zu beschreiben.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
14
Q

zum Dank

A

“Zum Dank” bedeutet, dass etwas als Ausdruck der Anerkennung oder Dankbarkeit für eine erbrachte Leistung, Hilfe oder Unterstützung getan wird.

Türkçe Açıklama:

“Zum Dank” ifadesi, yapılan bir yardım, katkı veya destek için teşekkür amacıyla yapılan bir şeyi ifade eder.

Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Er hat mir ein Geschenk zum Dank für die Hilfe gegeben.
• Yardımım için bana teşekkür olarak bir hediye verdi.
2. Zum Dank für ihren unermüdlichen Einsatz hat das Team ihr eine Auszeichnung verliehen.
• Durmaksızın gösterdiği çaba için takıma bir ödül verdi.
3. Zum Dank für ihre Unterstützung haben wir ein gemeinsames Abendessen organisiert.
• Destekleri için ortak bir akşam yemeği organize ettik.
4. Zum Dank für ihre Freundschaft schenkte sie ihm eine handgemachte Uhr.
• Dostluğu için ona el yapımı bir saat hediye etti.
5. Er wurde zum Dank für seine Bemühungen mit einer Urkunde geehrt.
• Çabaları için bir sertifika ile onurlandırıldı.

In diesen Beispielen zeigt „zum Dank“, dass eine Handlung oder ein Geschenk als Zeichen der Dankbarkeit für etwas Bestimmtes erfolgt.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
15
Q

beurteilen / to evaluate

A

• “Değerlendirmek”, “yargılamak”, “hakim olmak”
(Bir durumu, olayı veya kişiyi belirli bir bakış açısıyla değerlendirme veya hüküm verme eylemi.)

Almanca Açıklama:
• “Beurteilen” fiili, bir şeyin veya bir kişinin değerlendirilmesi veya yargılanması anlamında kullanılır. Bu, genellikle bir durumun ya da davranışın iyi veya kötü, doğru ya da yanlış olup olmadığını belirlemek amacıyla yapılır.
• Ayrıca, bir kişiyi kişisel özellikleri, davranışları ya da işlevselliği açısından eleştirel veya olumlu bir şekilde değerlendirmek de anlamına gelir.

İngilizce Karşılığı:
• “To judge”, “to evaluate”, “to assess”

Zıt Anlamlıları:
• “Unbeurteilen” (değerlendirmemek)
• “Tolerieren” (hoşgörmek, yargılamamak)

Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Bewerten” (değerlendirmek, puanlamak)
• “Einschätzen” (değerlendirmek, tahminde bulunmak)

1.	“Es ist schwierig, eine solche Entscheidung zu beurteilen.” (Türkçe: Böyle bir kararı değerlendirmek zor.)
2.	“Er hat die Situation objektiv beurteilt.” (Türkçe: Durumu objektif bir şekilde değerlendirdi.)
3.	“Wir sollten Menschen nicht nur nach ihrem Aussehen beurteilen.” (Türkçe: İnsanları sadece dış görünüşlerine göre yargılamamalıyız.)
4.	“Der Lehrer beurteilte die Leistungen der Schüler sehr gerecht.” (Türkçe: Öğretmen, öğrencilerin performanslarını çok adil bir şekilde değerlendirdi.)
5.	“Es ist schwer, einen Film ohne vorherige Kenntnisse über den Regisseur zu beurteilen.” (Türkçe: Bir filmi, yönetmen hakkında önceden bilgi sahibi olmadan değerlendirmek zordur.)
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
16
Q

meiner Ansicht nach / in my opinion

A

• “Bana göre”, “görüşüme göre”, “benim fikrime göre”

Almanca Açıklama:
• “Meiner Ansicht nach” ifadesi, kişisel bir görüşü ifade etmek için kullanılır. Bir konu hakkında bireysel bir değerlendirme veya düşünceyi belirten bir ifadedir.
• Bu ifade, genellikle bir kişinin düşüncelerini, değerlendirmelerini veya yorumlarını paylaşırken kullanılır ve daha çok öznel bir görüşü ifade eder.

İngilizce Karşılığı:
• “In my opinion”, “in my view”, “according to my opinion”

Zıt Anlamlıları:
• “Aus meiner Sicht” (benim görüşümden, benim açımdan)
• “Nicht meiner Meinung” (benim görüşüme aykırı)

Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Ich denke, dass” (Bence)
• “Ich glaube, dass” (Sanırım ki)
• “Ich finde, dass” (Bence)

1.	“Meiner Ansicht nach ist das eine sehr gute Idee.” (Türkçe: Bana göre bu çok iyi bir fikir.)
2.	“Meiner Ansicht nach sollten wir diese Entscheidung noch einmal überdenken.” (Türkçe: Görüşüme göre bu kararı bir kez daha gözden geçirmeliyiz.)
3.	“Meiner Ansicht nach hat er den besten Job gemacht.” (Türkçe: Bence o en iyi işi yaptı.)
4.	“Meiner Ansicht nach wäre es besser, noch ein bisschen zu warten.” (Türkçe: Bana göre biraz daha beklemek daha iyi olur.)
5.	“Meiner Ansicht nach ist das Problem nicht so schwer zu lösen.” (Türkçe: Görüşüme göre bu sorun çözülmesi çok zor değil.)
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
17
Q

bei Verdacht auf Kriminalität

A

• “Suç şüphesi durumunda”, “suçlama şüphesiyle”

Almanca Açıklama:
• “Bei Verdacht auf Kriminalität” ifadesi, bir kişinin veya bir olayın suç işlediğine dair bir şüphe olduğunda kullanılır. Bu ifade, genellikle bir olayı araştırmak ya da suçun önlenmesi için belirli adımlar atmak gerektiğini belirtmek için kullanılır.
• “Verdacht”, şüphe anlamına gelir ve burada “Kriminalität” (suç) ile birlikte kullanılarak, suç işlenip işlenmediğine dair bir kuşku oluşturur.

İngilizce Karşılığı:
• “In case of suspicion of crime”, “if there is a suspicion of criminal activity”

Zıt Anlamlıları:
• “Kein Verdacht” (şüphe yok)
• “Sicher” (emin, kesin)

Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Bei Verdacht auf Straftaten” (suç şüphesi durumunda)
• “Im Fall von Verdacht auf kriminelles Verhalten” (suçlu davranış şüphesi durumunda)

1.	“Bei Verdacht auf Kriminalität muss die Polizei sofort informiert werden.” (Türkçe: Suç şüphesi durumunda polis hemen bilgilendirilmelidir.)
2.	“Es gab einen Verdacht auf Kriminalität, weshalb die Ermittlungen begonnen wurden.” (Türkçe: Suç şüphesi vardı, bu yüzden soruşturma başlatıldı.)
3.	“Bei Verdacht auf Kriminalität wird eine sofortige Untersuchung eingeleitet.” (Türkçe: Suç şüphesi durumunda derhal bir soruşturma başlatılır.)
4.	“Die Polizei wurde bei Verdacht auf Kriminalität gerufen.” (Türkçe: Suç şüphesi durumunda polis çağrıldı.)
5.	“Bei Verdacht auf Kriminalität werden oft zusätzliche Sicherheitsmaßnahmen ergriffen.” (Türkçe: Suç şüphesi durumunda genellikle ek güvenlik önlemleri alınır.)
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
18
Q

es handelt sich um

A

• “Söz konusu olan…”
• “Bahsedilen şey…”
• “İlgili olan…”

Bu yapı, bir konuya, duruma veya nesneye atıfta bulunurken kullanılır.

Almanca Açıklama:
• “Es handelt sich um” bedeutet, dass ein bestimmtes Thema oder eine bestimmte Sache im Mittelpunkt der Aussage steht.
• Es wird oft verwendet, um eine Erklärung oder eine Definition einzuleiten.

Englische Entsprechung:
• “It is about…”
• “It concerns…”
• “It deals with…”

Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Es geht um” (Konu … ile ilgili)
• “Es dreht sich um” (Konu … etrafında dönüyor)
• “Das Thema ist” (Konu şudur)

1.	“Es handelt sich um ein Missverständnis.” (Türkçe: Söz konusu olan bir yanlış anlaşılma.)
2.	“Bei dem Fund handelt es sich um ein sehr seltenes Fossil.” (Türkçe: Bulunan şey çok nadir bir fosil.)
3.	“Es handelt sich um eine ernste Angelegenheit.” (Türkçe: Bu ciddi bir meseledir.)
4.	“Es handelt sich um ein Problem, das wir schnell lösen müssen.” (Türkçe: Hızlıca çözmemiz gereken bir problem söz konusu.)
5.	“Es handelt sich bei diesem Produkt um eine neue Innovation.” (Türkçe: Bu ürün yeni bir inovasyondur.)

Zusammenfassung:
• “Es handelt sich um”, bir konunun veya nesnenin ne olduğunu açıklamak için kullanılır.
• Genellikle tanımlama veya yanlış anlaşılmaları düzeltme amacıyla kullanılır.
• Resmi ve akademik dilde yaygın olarak görülür.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
19
Q

verrückt sein nach

A

• “Bir şeye aşık olmak”
• “Bir şeyin delicesine peşinden gitmek”
• “Bir şeye takıntılı olmak”

“Verrückt sein nach”, birine ya da bir şeye karşı büyük bir tutku, aşırı ilgi veya takıntı duymak anlamında kullanılır. Bu ifade, genellikle bir şey ya da kişiye karşı duyulan yoğun hayranlık veya istekli bir arzu için kullanılır.

Almanca Açıklama:
• “Eine sehr starke, meist unvernünftige Leidenschaft oder Interesse für etwas haben.”
• “Etwas oder jemanden übermäßig mögen oder sich sehr dafür interessieren.”

Englische Entsprechung:
• “To be crazy about” (bir şeyin ya da birinin peşinden gitmek)
• “To be mad about” (birine ya da bir şeye delicesine aşık olmak)
• “To be obsessed with” (bir şeyin ya da birinin takıntılı olmak)

Benzer ve Zıt Anlamlı Kelimeler

Benzer Anlamlılar:
• “Verrückt nach etwas sein” (bir şeye deli gibi olmak)
• “Begeistert sein von” (bir şeye hayran olmak)
• “Sich für etwas begeistern” (bir şeye ilgi duymak)

Zıt Anlamlılar:
• “Gegenteiliges Interesse haben an” (tam tersi ilgi duymak)
• “Desinteressiert sein” (ilgisiz olmak)
• “Sich abwenden von” (bir şeye sırt dönmek)

1.	“Sie ist verrückt nach Schokolade.” (Türkçe: O, çikolataya delicesine aşık.)
2.	“Er ist verrückt nach diesem Musikstück.” (Türkçe: O, bu müzik parçasına delicesine hayran.)
3.	“Ich bin verrückt nach alten Filmen.” (Türkçe: Eski filmlere bayılıyorum.)
4.	“Die Kinder sind verrückt nach diesem Spielzeug.” (Türkçe: Çocuklar bu oyuncak için deli oluyorlar.)
5.	“Er ist verrückt nach seiner Freundin.” (Türkçe: O, kız arkadaşına delicesine aşık.)

Zusammenfassung:
• “Verrückt sein nach”, bir şeye karşı aşırı ilgi, tutku veya takıntı duymayı ifade eder.
• “Begeistert sein von” ve “sich für etwas begeistern” ile benzer anlam taşır.
• “Desinteressiert sein” ve “sich abwenden von” ise zıt anlamlı ifadeleridir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
20
Q

sich sehnen nach

A

• “Bir şeyi çok istemek”
• “Bir şeyin ya da birinin özlemini çekmek”
• “Bir şeye arzu duymak”

“sich sehnen nach”, bir şeyi ya da birini özlemek veya bir şey için derin bir arzu ve istek duymak anlamına gelir. Bu ifade, özellikle kaybedilen bir şeyi veya uzak bir hedefi özleme duygusunu ifade eder. Ayrıca, bazı durumlarda ulaşılması zor bir şeyin peşinden gitme arzusunu da belirtir.

Almanca Açıklama:
• “Sich nach etwas sehnen bedeutet, eine starke, oft unerfüllbare Sehnsucht oder ein tiefes Verlangen nach etwas oder jemandem zu haben.”
• “Das Verlangen oder die Sehnsucht nach etwas, das man nicht oder noch nicht hat.”

Englische Entsprechung:
• “To long for” (bir şeyin ya da birinin özlemini çekmek)
• “To yearn for” (bir şey için derin bir arzu duymak)
• “To crave” (bir şeyi çok istemek, arzulamak)

Benzer ve Zıt Anlamlı Kelimeler

Benzer Anlamlılar:
• “Sehnen nach” (özlemek, arzu etmek)
• “Verlangen nach” (bir şeyi istemek, arzu etmek)
• “Hoffen auf” (bir şey için umut etmek, beklemek)

Zıt Anlamlılar:
• “Sich abfinden mit” (kabullenmek)
• “Geben sich mit etwas zufrieden” (bir şeyle yetinmek)
• “Desinteressiert sein” (ilgisiz olmak, umursamamak)

B2-Düzeyinde Almanca Beispielsätze:
1. “Sie sehnt sich nach einem ruhigen Leben auf dem Land.”
(Türkçe: O, kırsal bir hayata özlem duyuyor.)
2. “Er sehnt sich nach der Liebe, die er verloren hat.”
(Türkçe: Kaybettiği aşkı özlüyor.)
3. “Ich sehne mich nach den Sommerferien.”
(Türkçe: Yaz tatilini çok özlüyorum.)
4. “Sie sehnt sich nach der Freiheit, die sie nie hatte.”
(Türkçe: Hiç sahip olmadığı özgürlüğü özlüyor.)
5. “Viele Menschen sehnen sich nach Glück und Erfüllung.”
(Türkçe: Birçok insan mutluluk ve tatmin özlemi duyuyor.)

Zusammenfassung:
• “sich sehnen nach”, bir şeyin veya birinin özlemini çekmek, çok istemek veya derin bir arzu duymak anlamına gelir.
• “Verlangen nach” ve “hoffen auf” ile benzer anlamlar taşır.
• “Sich abfinden mit” ve “sich zufrieden geben” ise zıt anlamlı ifadelerdir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
21
Q

süchtig sein nach

A

• “Bir şeye bağımlı olmak”
• “Bir şeyin takıntılı şekilde peşinden gitmek”
• “Bir şeyin etkisi altında olmak”

“Süchtig sein nach”, bir şeyin, özellikle maddelerin ya da davranışların, sürekli olarak arzulandığı, istenildiği ve bunlara karşı aşırı bir bağımlılık hissi duyulduğu durumu ifade eder. Bu ifade, fiziksel ya da psikolojik bağımlılığı anlatmak için yaygın olarak kullanılır.

Almanca Açıklama:
• “Süchtig sein nach bedeutet, eine starke und oft unkontrollierbare Abhängigkeit oder Begierde nach etwas zu haben, häufig mit negativen Konsequenzen.”
• “Es beschreibt eine ungesunde und zwanghafte Anziehung zu einer Substanz oder Aktivität, die zu einer Abhängigkeit führt.”

Englische Entsprechung:
• “To be addicted to” (bir şeye bağımlı olmak)
• “To be hooked on” (bir şeye takıntılı olmak)
• “To crave” (bir şeyin peşinden gitmek, aşırı arzu etmek)

Benzer ve Zıt Anlamlı Kelimeler

Benzer Anlamlılar:
• “Abhängig sein von” (bir şeye bağımlı olmak)
• “Geprägt sein von” (bir şey tarafından şekillendirilmek)
• “Fiebern nach” (bir şeyin peşinden gitmek, takıntılı olmak)

Zıt Anlamlılar:
• “Desinteressiert sein” (ilgisiz olmak)
• “Sich befreien von” (bağımsız olmak, kurtulmak)
• “Genügsam sein” (muttlu olmak, fazla istememek)

1.	“Er ist süchtig nach Computerspielen.” (Türkçe: O, bilgisayar oyunlarına bağımlıdır.)
2.	“Sie ist süchtig nach Kaffee und kann ohne ihn nicht arbeiten.” (Türkçe: O, kahveye bağımlıdır ve onsuz çalışamaz.)
3.	“Viele Menschen sind süchtig nach Social Media und verbringen den ganzen Tag damit.” (Türkçe: Birçok insan sosyal medyaya bağımlıdır ve bütün günü onunla geçirir.)
4.	“Er ist süchtig nach Zigaretten und versucht, davon loszukommen.” (Türkçe: O, sigaraya bağımlıdır ve bundan kurtulmaya çalışıyor.)
5.	“Manchmal ist man süchtig nach etwas, ohne es wirklich zu merken.” (Türkçe: Bazen bir şeye bağımlı olursunuz, farkında olmadan.)

Zusammenfassung:
• “Süchtig sein nach”, bir şeye bağımlı olmak veya bir şeyin takıntılı şekilde peşinden gitmek anlamına gelir.
• “Abhängig sein von” ve “fiebern nach” benzer anlamlar taşır.
• “Desinteressiert sein” ve “sich befreien von” ise zıt anlamlı ifadelerdir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
22
Q

fähig sein zu

A

• “Yapabilmek”
• “Bir şeyi yapma kapasitesine sahip olmak”
• “Bir yeteneğe sahip olmak”
• “Yetenekli olmak”

“Fähig sein zu”, bir kişinin ya da bir şeyin belirli bir yeteneğe veya beceriye sahip olması anlamına gelir. Bu ifade, bir şeyin yapılabilmesi için gerekli olan kapasiteyi, bilgi ya da beceriyi belirtir. Genellikle kişisel, mesleki ya da fiziksel yeteneklere referansla kullanılır.

Almanca Açıklama:
• “Fähig sein zu bedeutet, die Fähigkeit oder die Kraft zu haben, etwas zu tun.”
• “Es wird verwendet, um auszudrücken, dass jemand oder etwas eine bestimmte Fähigkeit hat, eine Aufgabe zu erledigen.”

Englische Entsprechung:
• “To be able to” (yapabilmek)
• “To be capable of” (kapasiteye sahip olmak)
• “To have the ability to” (yapma yeteneğine sahip olmak)

Benzer ve Zıt Anlamlı Kelimeler

Benzer Anlamlılar:
• “In der Lage sein” (yapabilmek, yetenekli olmak)
• “Können” (yapabilmek, becermek)
• “Kompetent sein” (kompetan olmak, yeterli olmak)

Zıt Anlamlılar:
• “Unfähig sein” (yetersiz olmak, yapamamak)
• “Unvermögen” (yapamamak, yetersizlik)
• “Unbefähigt” (yetersiz, beceriksiz)

1.	“Ich bin nicht fähig, diese Aufgabe alleine zu erledigen.” (Türkçe: Bu görevi tek başıma yapmaya yeteneğim yok.)
2.	“Er ist sehr fähig, die schwierigen Probleme zu lösen.” (Türkçe: O, zor problemleri çözme konusunda çok yetenekli.)
3.	“Sie ist fähig, mehrere Sprachen zu sprechen.” (Türkçe: O, birden fazla dil konuşma yeteneğine sahip.)
4.	“Kannst du fähig sein, das Projekt bis Ende des Monats abzuschließen?” (Türkçe: Bu projeyi ay sonuna kadar bitirme kapasiten var mı?)
5.	“Er war nicht fähig, die Antwort zu finden.” (Türkçe: O, cevabı bulmaya yetenekli değildi.)

Zusammenfassung:
• “Fähig sein zu”, bir şey yapma kapasitesine veya yeteneğine sahip olmak anlamına gelir.
• “In der Lage sein” ve “können” benzer anlamlar taşır.
• “Unfähig sein” ve “unbefähigt” ise zıt anlamlı ifadelerdir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
23
Q

einverstanden sein mit

A

• “Birine veya bir şeye katılmak”
• “Bir konuda hemfikir olmak”
• “Onaylamak”
• “Razı olmak”

“Einverstanden sein mit”, bir kişinin bir konuya, öneriye veya başka birinin görüşüne katıldığını, ona onay verdiğini veya kabul ettiğini ifade etmek için kullanılır.

Almanca Açıklama:
• “Einverstanden sein mit bedeutet, dass man eine Meinung oder eine Entscheidung akzeptiert oder zustimmt. Es drückt aus, dass man etwas gutheißt oder damit einverstanden ist.”
• “Es wird häufig in Gesprächen verwendet, wenn man einer Idee oder einem Vorschlag zustimmt.”

Englische Entsprechung:
• “To agree with” (birine veya bir şeye katılmak, aynı fikirde olmak)
• “To be okay with” (razı olmak)
• “To consent to” (onay vermek)
• “To approve of” (onaylamak)

Benzer ve Zıt Anlamlı Kelimeler

Benzer Anlamlılar:
• “Zustimmen” (katılmak, onaylamak)
• “Akzeptieren” (kabul etmek, onaylamak)
• “Gutheißen” (onaylamak, tasvip etmek)
• “Bejahen” (evet demek, olumlu cevap vermek)

Zıt Anlamlılar:
• “Ablehnen” (reddetmek)
• “Widersprechen” (karşı çıkmak)
• “Nicht einverstanden sein” (katılmamak, aynı fikirde olmamak)
• “Verweigern” (yok demek, reddetmek)

1.	“Ich bin mit deinem Vorschlag einverstanden.” (Türkçe: Senin önerinle katılıyorum.)
2.	“Bist du einverstanden mit den Änderungen am Plan?” (Türkçe: Plan üzerindeki değişikliklerle razı mısın?)
3.	“Er ist mit der Entscheidung des Teams einverstanden.” (Türkçe: O, takımın kararına katılıyor.)
4.	“Wir sind uns einig und einverstanden mit dem Vertrag.” (Türkçe: Biz, sözleşmeyle hemfikiriz ve kabul ediyoruz.)
5.	“Sie war nicht einverstanden mit der Lösung.” (Türkçe: O, çözümle hemfikir değildi.)

Zusammenfassung:
• “Einverstanden sein mit”, bir konuya, öneriye veya karara katılmak, onaylamak anlamında kullanılır.
• “Zustimmen” ve “Akzeptieren” benzer anlamlar taşır.
• “Ablehnen” ve “Widersprechen” ise zıt anlamlılardır.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
24
Q

Die Stirn runzeln

A

• “Die Stirn runzeln” bedeutet, die Stirn zu Falten, was häufig als Ausdruck von Konzentration, Unzufriedenheit, Sorge oder Verwirrung interpretiert wird.
• Es signalisiert oft, dass jemand über etwas nachdenkt oder mit einer schwierigen Situation konfrontiert ist.

Beispiele im Kontext:
1. “Als er die schlechte Nachricht hörte, runzelte er die Stirn.”
(Türkçe: Kötü haberi duyunca kaşlarını çattı.)
2. “Sie runzelte die Stirn, während sie über die komplizierte Aufgabe nachdachte.”
(Türkçe: Karmaşık görev üzerinde düşünürken kaşlarını çattı.)
3. “Die Lehrerin runzelte die Stirn, als sie den unaufmerksamen Schüler sah.”
(Türkçe: Dikkatsiz öğrenciyi görünce öğretmen kaşlarını çattı.)
4. “Er runzelte die Stirn, um seine Verwirrung zu verbergen.”
(Türkçe: Kafası karışıklığını gizlemek için kaşlarını çattı.)
5. “Die Situation war so ärgerlich, dass jeder in der Gruppe die Stirn runzelte.”
(Türkçe: Durum o kadar sinir bozucuydu ki, gruptaki herkes kaşlarını çattı.)

Zusammenfassung:
• “Die Stirn runzeln” ist ein idiomatischer Ausdruck, der zeigt, dass jemand intensiv nachdenkt, besorgt oder unzufrieden ist.
• Die Geste ist im alltäglichen Sprachgebrauch weit verbreitet und wird häufig als nonverbaler Hinweis auf Emotionen und innere Zustände genutzt.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
25
von etwas ausgehen
von etwas ausgehen Almanca Anlamı: Eine Annahme oder Hypothese als Grundlage für eine Entscheidung oder Schlussfolgerung nehmen. Türkçe Anlamı: Bir şeyden hareketle düşünmek, varsaymak, bir şeyden yola çıkmak. İngilizce Anlamları: To assume, to base on, to start from something. Zıt Anlamlılar (Antonyme) • etwas in Frage stellen (bir şeyi sorgulamak) • zweifeln (şüphe etmek) • ignorieren (görmezden gelmek) Benzer Anlamlılar (Synonyme) • vermutlich annehmen (muhtemelen kabul etmek) • unterstellen (varsaymak) • abschätzen (tahmin etmek) 1. Wir gehen davon aus, dass das Projekt nächste Woche abgeschlossen wird. (Projenin gelecek hafta tamamlanacağı varsayımında bulunuyoruz.) 2. Wenn wir von den besten Bedingungen ausgehen, können wir schnell Fortschritte machen. (En iyi koşullardan yola çıkarsak, hızlı bir şekilde ilerleme kaydedebiliriz.) 3. Ich gehe davon aus, dass du die E-Mail schon erhalten hast. (E-postayı zaten aldığını varsayıyorum.) 4. Von diesem Beispiel ausgehend können wir eine allgemeine Regel ableiten. (Bu örnekten yola çıkarak genel bir kural çıkarabiliriz.) 5. Es geht davon aus, dass alle Teilnehmer pünktlich erscheinen. (Tüm katılımcıların zamanında gelmesi varsayılmaktadır.)
26
tragt dazu bei
tragen dazu bei (bir şeye katkıda bulunmak) Almanca Anlamı: Einen Beitrag zu etwas leisten, etwas unterstützen oder fördern. Türkçe Anlamı: Bir şeye katkıda bulunmak, desteklemek, yardımcı olmak. İngilizce Anlamları: To contribute to, to help with, to play a part in. Zıt Anlamlılar (Antonyme) • verhindern (önlemek) • behindern (engellemek) • sabotieren (sabote etmek) Benzer Anlamlılar (Synonyme) • beitragen zu (katkı sağlamak) • unterstützen (desteklemek) • fördern (teşvik etmek) 1. Eine gesunde Ernährung trägt dazu bei, fit zu bleiben. (Sağlıklı beslenme, formda kalmaya katkıda bulunur.) 2. Moderne Technologien tragen dazu bei, den Klimawandel zu bekämpfen. (Modern teknolojiler, iklim değişikliğiyle mücadeleye katkıda bulunur.) 3. Regelmäßige Bewegung trägt dazu bei, Stress abzubauen. (Düzenli egzersiz, stresin azalmasına yardımcı olur.) 4. Jeder Einzelne kann dazu beitragen, die Umwelt zu schützen. (Her birey, çevrenin korunmasına katkıda bulunabilir.) 5. Gute Zusammenarbeit trägt dazu bei, Projekte erfolgreich abzuschließen. (İyi işbirliği, projelerin başarılı bir şekilde tamamlanmasına yardımcı olur.)
27
Mir ist eingefallnen
1. mir ist eingefallen Alıma geldi, aklıma düştü Almanca Anlamı: Plötzlich an etwas denken, sich erinnern. Türkçe Anlamı: Aklına gelmek, hatırlamak. İngilizce Anlamları: To come to mind, to remember. Beispielsätze (Örnek Cümleler) 1. Mir ist eingefallen, dass ich noch einkaufen muss. (Aklıma geldi ki hâlâ alışveriş yapmam gerekiyor.) 2. Plötzlich ist mir eine gute Idee eingefallen. (Birden aklıma iyi bir fikir geldi.) 3. Es ist mir nicht sofort eingefallen, aber jetzt erinnere ich mich. (Hemen aklıma gelmedi ama şimdi hatırlıyorum.)
28
Der Auftragen auftragen
„Auftragen“ ist ein Verb mit mehreren Bedeutungen, je nach Kontext: 1. Etwas auf eine Oberfläche aufbringen (z. B. Farbe, Creme). 2. Jemandem eine Aufgabe oder Verpflichtung erteilen (einen Auftrag geben). 3. Kleidung oder Schuhe lange tragen, bis sie abgenutzt sind. ⸻ Nominalisierte Form: Die nominalisierte Form von „auftragen“ lautet „der Auftrag“, was entweder eine Aufgabe/Anweisung oder das Aufbringen von etwas auf eine Oberfläche beschreibt. ⸻ 1. Der Auftrag der Creme sollte zweimal täglich erfolgen. (Kremin uygulanması günde iki kez yapılmalıdır.) 2. Der Auftrag zur Durchführung der Studie wurde einem externen Institut gegeben. (Araştırmanın yürütülmesi görevi harici bir kuruluşa verildi.) 3. Nach dem Auftrag der Farbe musste die Wand trocknen. (Boya uygulandıktan sonra duvarın kuruması gerekti.) 4. Der Auftrag der neuen Richtlinien wurde von der Geschäftsleitung beschlossen. (Yeni yönergelerin uygulanması şirket yönetimi tarafından kararlaştırıldı.) 5. Für den Auftrag der Schutzschicht wurde spezielles Material verwendet. (Koruyucu tabakanın uygulanması için özel bir malzeme kullanıldı.)
29
Kritik üben
Kritik üben Türkçe Anlamı: • Eleştiri yapmak: Bir kişi, olay ya da durum hakkında değerlendirme yapmak ve olumsuz ya da iyileştirici görüşler belirtmek. Almanca Anlamı: • Kritik üben bedeutet, eine Person, Handlung oder Situation zu bewerten und gegebenenfalls negative oder konstruktive Rückmeldungen zu geben. (Kritik üben, bir kişiyi, eylemi veya durumu değerlendirmek ve gerekirse olumsuz ya da yapıcı geri bildirimde bulunmak anlamına gelir.) İngilizce Anlamı: • To criticize: To express disapproval or give a critical evaluation of a person, action, or situation. ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme): • Loben (Övmek) • Anerkennung zeigen (Takdir göstermek) • Beifall spenden (Alkışlamak) Ähnliche Bedeutungen (Synonyme): • Kritisieren (Eleştirmek) • Bewerten (Değerlendirmek) • Beanstanden (İtiraz etmek) ⸻ 1. Der Lehrer übte konstruktive Kritik an den Aufsätzen seiner Schüler. • Öğretmen, öğrencilerinin kompozisyonları hakkında yapıcı eleştiriler yaptı. 2. Es ist wichtig, offen Kritik zu üben, um Verbesserungen zu ermöglichen. • İyileştirmeleri mümkün kılmak için açıkça eleştiri yapmak önemlidir. 3. Die Mitarbeiter übten Kritik an den neuen Arbeitsbedingungen. • Çalışanlar, yeni çalışma koşulları hakkında eleştiride bulundu. 4. Die Presse übte scharfe Kritik an der Regierungspolitik. • Basın, hükümet politikasını sert bir şekilde eleştirdi. 5. Er hat kein Problem damit, an seinen Kollegen Kritik zu üben. • İş arkadaşlarını eleştirmekten çekinmiyor. ⸻ Not: • “Kritik üben” genellikle olumsuz veya yapıcı geri bildirim verme anlamında kullanılır. • Yapıcı eleştiri: “konstruktive Kritik üben” • Sert eleştiri: “scharfe Kritik üben” ifadeleriyle belirtilir.
30
in eine Situation geraten (sein)
in eine Situation geraten Türkçe Anlamı: • Bir duruma düşmek: Zor veya beklenmedik bir duruma girmek. ⸻ Almanca Anlamı: • In eine schwierige oder unerwartete Lage kommen: In eine ungewollte oder problematische Situation geraten. ⸻ İngilizce Anlamı: • To get into a situation: To end up in a difficult or unwanted situation. ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme): • Entkommen (kaçmak) • Hinauskommen (çıkmak, kurtulmak) ⸻ Eş Anlamlılar (Synonyme): • In Schwierigkeiten kommen (zorluklarla karşılaşmak) • In Not geraten (zor duruma düşmek) ⸻ 1. Er ist in eine schwierige Situation geraten, als er seine Arbeit verloren hat. • İşini kaybettiğinde zor bir duruma düştü. 2. Sie ist in eine missliche Lage geraten, als sie ihre Schlüssel verloren hat. • Anahtarlarını kaybettiğinde kötü bir duruma düştü. 3. Ich hoffe, dass ich nicht in eine unangenehme Situation gerate. • Umarım rahatsız edici bir duruma düşmem. 4. Nach dem Unfall ist er in eine gefährliche Situation geraten. • Kazanın ardından tehlikeli bir duruma düştü. 5. Er geriet in eine hitzige Diskussion und konnte sich nicht mehr zurückhalten. • Hararetli bir tartışmaya girdi ve kendisini daha fazla tutamadı.
31
für Empörung sorgen
“Für Empörung sorgen” ist eine deutsche Redewendung, die bedeutet, dass etwas so unangemessen oder unakzeptabel ist, dass es starke negative Reaktionen oder Empörung bei den Menschen auslöst. Bedeutung: • Empörung auslösen oder aufregen: Etwas verursacht, dass Menschen sich über ein Ereignis oder Verhalten ärgern, schockiert oder enttäuscht sind. Türkische Übersetzung: • Öfkeye yol açmak, öfkelenmeye neden olmak Englische Übersetzung: • To cause outrage, to provoke anger ⸻ Beispielsätze: 1. Seine unüberlegte Bemerkung sorgte für Empörung bei vielen Zuhörern. • Onun düşüncesiz yorumu, birçok dinleyicinin öfkesine neden oldu. 2. Die Entscheidung, das Denkmal abzureißen, sorgte für große Empörung in der Stadt. • Anıtı yıkma kararı, şehirde büyük bir öfkeye yol açtı. 3. Das Verhalten des Politikers sorgte für Empörung unter seinen Wählern. • Politikacının tavrı, seçmenleri arasında öfkeye yol açtı. 4. Der Skandal sorgte für Empörung in den Medien und der Öffentlichkeit. • Skandal, medya ve halk arasında öfkeye yol açtı. 5. Das unsensible Verhalten in dieser Situation wird sicherlich für Empörung sorgen. • Bu durumda duyarsız davranış kesinlikle öfkeye yol açacaktır. ⸻ Synonyme für “Empörung” (Empörung sorgen): • Verärgerung (öfkelenme) • Entrüstung (öfke) • Aufregung (heyecan, rahatsızlık) • Zorn (öfke) Die Redewendung “für Empörung sorgen” wird in der Regel verwendet, wenn etwas stark negative Gefühle wie Ärger, Enttäuschung oder Wut bei einer Person oder in der Öffentlichkeit hervorruft.
32
im Focus stehen
“Im Fokus stehen” ist eine Redewendung im Deutschen, die bedeutet, dass etwas oder jemand besonders beachtet, hervorgehoben oder im Mittelpunkt des Interesses steht. Bedeutungen: 1. Im Mittelpunkt der Aufmerksamkeit oder des Interesses stehen. • Beispiel: Die neuesten Entwicklungen in der Medizin stehen derzeit im Fokus der Forschung. 2. Besondere Beachtung oder Betrachtung finden. • Beispiel: Bei der Konferenz wird das Thema Umweltschutz im Fokus stehen. Türkçe Anlamı: • Odak noktası olmak • Ön planda olmak • Dikkat çekmek Englische Übersetzungen: • To be in focus • To be the focus of attention • To be in the spotlight ⸻ Beispielsätze: 1. In den letzten Jahren stand der Klimawandel immer mehr im Fokus der Weltgemeinschaft. • Son yıllarda iklim değişikliği, dünya toplumunun odak noktası oldu. 2. Bei der Diskussion über die Bildungspolitik stand vor allem die Chancengleichheit im Fokus. • Eğitim politikası hakkındaki tartışmada özellikle fırsat eşitliği ön planda oldu. 3. Während des Meetings standen die neuen Marketingstrategien im Fokus. • Toplantı sırasında yeni pazarlama stratejileri odak noktasıydı. 4. In der aktuellen Debatte stehen vor allem die Rechte von Minderheiten im Fokus. • Mevcut tartışmada özellikle azınlıkların hakları ön planda. 5. Der Schutz der Meere steht weiterhin im Fokus der internationalen Zusammenarbeit. • Denizin korunması, uluslararası iş birliğinin odak noktası olmaya devam ediyor. Synonyme: • Im Mittelpunkt stehen • Im Zentrum stehen • Im Vordergrund stehen
33
viel Aufmerksamkeit bekommen
“Viel Aufmerksamkeit bekommen” bedeutet, dass etwas oder jemand stark beachtet, interessiert oder wahrgenommen wird. Bedeutungen: 1. Hervorgerufen werden, um Interesse und Beachtung zu erlangen. • Beispiel: Die neue Technologie hat viel Aufmerksamkeit bekommen, seitdem sie auf dem Markt ist. 2. Im Mittelpunkt des Interesses oder der öffentlichen Wahrnehmung stehen. • Beispiel: Das Thema Umweltschutz bekommt momentan viel Aufmerksamkeit in den Medien. Türkçe Anlamı: • Çok dikkat çekmek • Çok ilgi görmek • Öne çıkmak Englische Übersetzungen: • To get a lot of attention • To receive a lot of attention • To attract a lot of attention ⸻ Beispielsätze: 1. Der Skandal um den Politiker hat viel Aufmerksamkeit bekommen. • Politikacının etrafındaki skandal çok dikkat çekti. 2. Das neue Buch des Autors hat in der Literaturwelt viel Aufmerksamkeit bekommen. • Yazarın yeni kitabı, edebiyat dünyasında büyük ilgi gördü. 3. In den sozialen Medien bekommt das Video viel Aufmerksamkeit. • Sosyal medyada video çok dikkat çekiyor. 4. Der Vorschlag, die Steuern zu senken, hat viel Aufmerksamkeit von der Öffentlichkeit bekommen. • Vergi indirim önerisi, halktan çok ilgi gördü. 5. Die Ausstellung der zeitgenössischen Kunst hat weltweit viel Aufmerksamkeit bekommen. • Çağdaş sanat sergisi dünya çapında çok dikkat çekti. Synonyme: • Beachtet werden • Im Fokus stehen • Hervorgehoben werden • Zuvor ins Rampenlicht geraten
34
von etwas betroffen sein
„Von etwas betroffen sein“ ist eine gängige deutsche Redewendung und bedeutet, dass jemand oder etwas von einem bestimmten Ereignis oder Zustand beeinflusst oder betroffen ist. Bedeutungen und Erklärungen: • Deutsch: Wenn man „von etwas betroffen ist“, bedeutet das, dass man emotional oder praktisch mit einem Ereignis oder Zustand konfrontiert wurde, sei es negativ oder positiv. • Türkçe: Bir olaydan veya durumdan etkilenmek anlamına gelir. Bu durum, kişi ya da bir şey üzerinde olumsuz ya da olumlu bir etki yaratabilir. Englisch: • To be affected by something • To be impacted by something ⸻ 1. Viele Menschen waren von den Überschwemmungen betroffen. (Birçok insan selden etkilendi.) 2. Die Firma war von den wirtschaftlichen Veränderungen stark betroffen. (Firma ekonomik değişikliklerden ciddi şekilde etkilendi.) 3. Er war sehr betroffen von der traurigen Nachricht. (Üzücü haberi duyduğunda çok etkilendi.) 4. Die Umwelt ist zunehmend von der Luftverschmutzung betroffen. (Çevre, hava kirliliğinden giderek daha fazla etkileniyor.) 5. Durch den Stromausfall waren viele Haushalte betroffen. (Elektrik kesintisi nedeniyle birçok hane etkilendi.) ⸻ Synonyme: • Beeinflusst werden (to be influenced) • Betroffen sein von (to be impacted by) • Beeinträchtigt werden (to be impaired) Antonyme: • Unberührt bleiben (to remain unaffected) • Nicht betroffen sein (to not be affected)
35
sich von etwas lösen
„Sich von etwas lösen“ ist ein reflexives Verb im Deutschen und bedeutet, sich von etwas zu befreien oder sich von etwas zu trennen, sei es physisch oder emotional. Bedeutungen und Erklärungen: 1. Physisch trennen: Etwas physisch oder materiell von etwas anderem zu trennen, z.B. ein Objekt von einer Oberfläche zu entfernen oder sich von einer Kette zu befreien. 2. Emotional oder mental trennen: Sich von einer Gewohnheit, einer Person oder einer Situation emotional oder psychologisch zu distanzieren, z.B. eine Beziehung beenden oder sich von negativen Gedanken lösen. ⸻ Türkçe Anlamları: 1. Bir şeyden fiziksel olarak ayrılmak. 2. Bir şeyden duygusal veya zihinsel olarak ayrılmak. ⸻ Englisch: • To detach from something • To break away from something • To free oneself from something ⸻ 1. Er musste sich von seiner Vergangenheit lösen, um ein neues Leben zu beginnen. (Geçmişinden kurtulması gerekti, yeni bir hayata başlamak için.) 2. Die Klebereste ließen sich nicht leicht von der Wand lösen. (Yapışkan kalıntıları duvardan kolayca çıkmadı.) 3. Es ist nicht einfach, sich von alten Gewohnheiten zu lösen. (Eski alışkanlıklardan kurtulmak kolay değil.) 4. Nach Jahren konnte sie sich endlich von der toxischen Beziehung lösen. (Yıllar sonra nihayet toksik ilişkiden kurtulabildi.) 5. Er hat sich von seinem Job gelöst und beschlossen, zu reisen. (İşinden ayrıldı ve seyahat etmeye karar verdi.) ⸻ Synonyme: • Sich trennen von (to separate from) • Abschneiden von (to cut off from) • Entfernen (to remove) Antonyme: • Sich an etwas binden (to bind oneself to something) • Hängen bleiben (to cling to something) • Annehmen (to accept, take on)
36
die Konsequenzen tragen
die Konsequenzen tragen Bedeutung und Erklärungen: • Deutsch: „Die Konsequenzen tragen“ bedeutet, für die Folgen oder Ergebnisse seines Handelns verantwortlich zu sein und diese zu akzeptieren, auch wenn sie negativ sind. Es drückt aus, dass man die Auswirkungen seiner Entscheidungen oder Handlungen hinnehmen muss. • Türkçe: Sonuçlarına katlanmak, bedelini ödemek (Yapılan eylemlerin getirdiği sonuçları kabul etmek ve buna bağlı sorumluluğu üstlenmek.) • Englisch: To bear the consequences (To accept or endure the outcomes or repercussions of one’s actions.) ⸻ Synonyme (Benzer Anlamlılar): • Verantwortung übernehmen (sorumluluğu üstlenmek) • Die Folgen tragen (sonuçlarını katlanmak) • Hinfällig werden (bazı bağlamlarda: etki göstermek, ancak sarkık anlamda kullanılır, weniger passend hier) Antonyme (Zıt Anlamlılar): • Die Verantwortung abgeben (sorumluluğu reddetmek) • Sich vor den Konsequenzen drücken (sonuçlardan kaçınmak) ⸻ 1. Nachdem er den Fehler gemacht hatte, musste er die Konsequenzen tragen. (Hata yaptıktan sonra sonuçlarına katlanmak zorunda kaldı.) 2. Wer eine riskante Entscheidung trifft, muss auch die Konsequenzen tragen, egal ob sie positiv oder negativ sind. (Riskli bir karar veren, sonuçlarına katlanmak zorundadır; ister olumlu ister olumsuz olsun.) 3. Wenn du diese Regel brichst, wirst du die Konsequenzen tragen müssen. (Bu kuralı çiğnersen, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın.) 4. Die Führungskraft sagte, dass jeder für seine Handlungen die Konsequenzen tragen müsse. (Lider, herkesin kendi eylemlerinin sonuçlarına katlanması gerektiğini söyledi.) 5. Sie war bereit, die Konsequenzen ihrer Entscheidung zu tragen, auch wenn es schwer wird. _(Zor olsa bile, kararının sonuçlarına katlanmaya hazırdı.)
37
sich vor den Konsequenzen drücken
„sich vor den Konsequenzen drücken“ Bedeutung und Erklärungen: • Diese Redewendung bedeutet, dass jemand versucht, die Verantwortung für sein Handeln zu vermeiden, indem er sich den möglichen negativen Folgen entzieht oder diese ignoriert. • Es drückt aus, dass jemand bewusst oder unbewusst versucht, Konsequenzen oder Strafen nicht tragen zu müssen. ⸻ Türkçe Anlamı: • “Sonuçlardan kaçınmak” veya “sonuçlarına katlanmaktan kurtulmaya çalışmak” (Kendi eylemlerinin getireceği olumsuz sonuçlardan sorumluluk almamak için çaba göstermek.) ⸻ Englische Übersetzung: • To shirk the consequences • To dodge the repercussions (Kişinin eylemlerinin yaratacağı sonuçlardan kaçınmaya çalışması.) ⸻ Synonyme (Ähnliche Bedeutungen): • sich drücken (gizlemek, kaçınmak) • Verantwortung meiden (sorumluluktan kaçınmak) • sich vor Strafe drücken (cezadan kaçınmak) ⸻ Antonyme (Gegenteilige Bedeutungen): • die Verantwortung übernehmen (sorumluluğu üstlenmek) • für seine Taten einstehen (yaptıklarının bedelini ödemek, sorumluluğunu kabul etmek) • sich den Konsequenzen stellen (sonuçlarla yüzleşmek) ⸻ 1. Er versuchte immer, sich vor den Konsequenzen seiner Handlungen zu drücken, anstatt Verantwortung zu übernehmen. (O, her zaman yaptıklarının sonuçlarından kaçınmaya çalıştı, sorumluluğu üstlenmek yerine.) 2. Statt sich den Konsequenzen zu stellen, drückte sie sich vor der Strafe, indem sie die Schuld auf jemand anderen schob. (Sonuçlarla yüzleşmek yerine, cezadan kaçınmak için suçu başkasına attı.) 3. Wenn man sich vor den Konsequenzen drückt, führt das oft zu noch größeren Problemen in der Zukunft. (Sonuçlardan kaçınmak, gelecekte genellikle daha büyük sorunlara yol açar.) 4. Die Regierung kritisierte, dass einige Unternehmen sich vor den Konsequenzen illegaler Praktiken drücken. (Hükümet, bazı şirketlerin yasa dışı uygulamaların sonuçlarından kaçınmaya çalıştıklarını eleştirdi.) 5. Anstatt für sein Fehlverhalten geradezustehen, drückte er sich vor den Konsequenzen und versuchte, die Angelegenheit zu vertuschen. _(Hatalı davranışının sorumluluğunu kabul etmek yerine, sonuçlardan kaçınmaya çalıştı ve olayı örtbas etmeye çalıştı.)
38
Vorsätze fassen
Vorsätze fassen 📖 Bedeutung (Deutsch): Die Redewendung „Vorsätze fassen“ bedeutet, sich bewusst Ziele oder Absichten für die Zukunft zu setzen. Meistens bezieht es sich auf persönliche oder berufliche Veränderungen, die man erreichen möchte. Besonders häufig wird dieser Ausdruck im Zusammenhang mit Neujahrsvorsätzen verwendet. ⸻ 📌 Türkçe Anlamı: • Kararlar almak • Niyet etmek • Kendine hedef koymak ⸻ 📚 Englische Übersetzungen: • To make resolutions • To set goals • To make a commitment ⸻ 🔄 Synonyme (Benzer Anlamlılar): • Sich etwas vornehmen (bir şeyi yapmaya karar vermek) • Ziele setzen (hedefler koymak) • Absichten haben (niyetlere sahip olmak) ⸻ ↔️ Antonyme (Zıt Anlamlılar): • Vorsätze brechen (kararları bozmak) • Sich treiben lassen (kendini akışa bırakmak) • Unentschlossen bleiben (kararsız kalmak) ⸻ 1. Zum neuen Jahr fassen viele Menschen gute Vorsätze, um ihr Leben zu verbessern. (Yeni yılda birçok insan hayatını iyileştirmek için iyi kararlar alır.) 2. Ich habe den Vorsatz gefasst, mehr Sport zu treiben und gesünder zu leben. (Daha fazla spor yapmaya ve sağlıklı yaşamaya karar verdim.) 3. Er fasste den Vorsatz, seine Sprachkenntnisse zu erweitern. (Dil becerilerini geliştirmeye karar verdi.) 4. Wir sollten realistische Vorsätze fassen, die wir auch umsetzen können. (Gerçekleştirebileceğimiz gerçekçi kararlar almalıyız.) 5. Obwohl sie viele Vorsätze fasst, hält sie sich selten daran. (Birçok karar almasına rağmen, nadiren bunlara uyar.) ⸻
39
sich etwas vornehmen
sich etwas vornehmen 📖 Bedeutung (Deutsch): Die Wendung „sich etwas vornehmen“ bedeutet, den festen Entschluss zu fassen, eine bestimmte Handlung in der Zukunft auszuführen. Es beschreibt die Absicht, etwas zu tun oder zu verändern. ⸻ 📌 Türkçe Anlamı: • Bir şeyi yapmaya karar vermek • Bir şey tasarlamak/planlamak • Niyet etmek ⸻ 📚 Englische Übersetzungen: • To plan to do something • To resolve to do something • To make a decision to do something ⸻ 🔄 Synonyme (Benzer Anlamlılar): • Einen Vorsatz fassen (karar almak) • Etwas beabsichtigen (niyet etmek) • Sich entschließen (karar vermek) ⸻ ↔️ Antonyme (Zıt Anlamlılar): • Etwas aufschieben (bir şeyi ertelemek) • Unentschlossen sein (kararsız olmak) • Etwas abbrechen (bir şeyi bırakmak, yarıda kesmek) ⸻ 1. Ich habe mir vorgenommen, jeden Tag eine Stunde Deutsch zu lernen. (Her gün bir saat Almanca öğrenmeye karar verdim.) 2. Wir nehmen uns vor, im nächsten Jahr mehr zu reisen. (Gelecek yıl daha fazla seyahat etmeye karar veriyoruz.) 3. Er hat sich vorgenommen, weniger Zeit am Handy zu verbringen. (Telefon başında daha az vakit geçirmeye karar verdi.) 4. Sie nahm sich vor, ihre Ernährung umzustellen. (Beslenme şeklini değiştirmeye karar verdi.) 5. Ich nehme mir vor, in Zukunft pünktlicher zu sein. (Gelecekte daha dakik olmaya karar veriyorum.) ⸻
40
in Gefahr sein
in Gefahr sein ⸻ 📖 Bedeutung (Deutsch): • In einer Situation sein, in der Schaden oder ein negatives Ereignis droht. Beispiel: “Das Schiff ist in Gefahr, wenn es weiter in die stürmische See fährt.” ⸻ 📌 Türkçe Anlamı: • Tehlikede olmak: Bir zararın ya da olumsuz bir olayın tehdit ettiği bir durumda olmak. Örnek: “Geminin, fırtınalı denize doğru gitmeye devam ederse tehlikede olduğunu söylüyorlar.” ⸻ 📚 Englische Übersetzung: • To be in danger (tehlikede olmak) ⸻ 🔄 Synonyme (Benzer Anlamlılar): • Gefährdet sein (tehlikeye girmek) • In einer riskanten Lage sein (riskli bir durumda olmak) • In Gefahr schweben (tehlikede olmak, risk altında olmak) ⸻ ⛔ Antonyme (Zıt Anlamlılar): • Sicher sein (güvende olmak) • Ungefährdet sein (tehlikesiz olmak) • In Sicherheit sein (güvende olmak) ⸻ 1. Die Wanderer sind in Gefahr, weil ein starker Sturm aufzieht. (Yürüyüşçüler, güçlü bir fırtına yaklaşıyor olduğu için tehlikede.) 2. Das Unternehmen ist in Gefahr, wenn es nicht rechtzeitig auf die Marktveränderungen reagiert. (Şirket, piyasa değişikliklerine zamanında tepki vermezse tehlikede.) 3. Die Tiere in dem Naturschutzgebiet sind in Gefahr durch die Zerstörung ihres Lebensraums. (Doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesi nedeniyle bölgede yaşayan hayvanlar tehlikede.) 4. Der Junge ist in Gefahr, sich zu verletzen, wenn er so schnell fährt. (Çocuk, bu kadar hızlı giderse zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya.) 5. Wenn wir den Brand nicht schnell löschen, sind die Wälder in Gefahr. (Yangını hızlı bir şekilde söndürmezsek, ormanlar tehlikede.)
41
sehnlich wünschen sein
sehnlich wünschen sein ⸻ Wortart: • Verbphrase ⸻ Deutsch – Bedeutung: • Sehnlich wünschen sein bedeutet, dass man etwas sehr stark und mit großem Verlangen möchte. Es beschreibt den Zustand, in dem jemand etwas sehr intensiv und innig wünscht. ⸻ Türkisch – Anlamı: • Çok arzulamak veya çok istemek. Bu ifade, bir kişinin bir şeyi güçlü bir şekilde ve içtenlikle istemesini anlatır. ⸻ Englisch – Meaning: • To long for or to wish for something intensely. This phrase describes a strong, heartfelt desire for something. ⸻ Synonyme (Benzer Anlamlılar): • Sehnen nach (özlemek, arzulamak) • Stark wünschen (güçlü bir şekilde istemek) • Ersehnen (özlemini duymak) • Verlangen nach (bir şeye arzu duymak) ⸻ Antonyme (Zıt Anlamlılar): • Ablehnen (reddetmek) • Desinteressiert sein (ilgisiz olmak) • Verzichten auf (feragat etmek) ⸻ Beispiele (B2-Niveau): 1. Er sehnt sich nach einem Leben in der Natur und wünscht sich nichts sehnlicher, als in den Bergen zu wohnen. (O, doğada bir hayat arzuluyor ve dağlarda yaşamayı daha çok isteyemez.) 2. Sie wünscht sich sehnlichst, dass der Streit zwischen ihnen endlich endet. (O, aralarındaki tartışmanın nihayet bitmesini çok arzuluyor.) 3. Die Kinder sehnen sich nach den Sommerferien und können es kaum erwarten, dass die Schule endet. (Çocuklar yaz tatilini çok arzuluyor ve okulun bitmesini sabırsızlıkla bekliyor.) 4. Er hat sich sehnlichst gewünscht, das Spiel zu gewinnen, aber es hat nicht geklappt. (O, oyunu kazanmayı çok arzulamıştı ama başaramadı.) 5. Seit Jahren sehnt er sich nach einer besseren beruflichen Situation und hofft, endlich eine Veränderung zu erleben. (Yıllardır daha iyi bir iş durumu arzuluyor ve nihayet bir değişim yaşamayı umuyor.)
42
in aller Munde sein
„In aller Munde sein“. : Herkesin dilinde olmak ✅ Bedeutung (Deutsch): Die Redewendung „in aller Munde sein“ bedeutet, dass etwas oder jemand gerade sehr bekannt, berühmt oder viel diskutiert wird. Es beschreibt ein Thema, das in der Gesellschaft oder den Medien große Aufmerksamkeit erhält. ⸻ ✅ Übersetzungen (Englisch): • to be on everyone’s lips • to be widely talked about • to be the talk of the town ⸻ ✅ Synonyme (Deutsch): • große Aufmerksamkeit bekommen • überall diskutiert werden • in den Schlagzeilen sein ⸻ ✅ 5 Beispiele 1. Nach ihrem sensationellen Auftritt war die Sängerin in aller Munde. (Şarkıcı, sansasyonel performansından sonra herkesin dilindeydi.) 2. Das neue Buch des Autors ist derzeit in aller Munde. (Yazarın yeni kitabı şu sıralar herkesin dilinde.) 3. Nach dem großen Skandal war der Politiker plötzlich in aller Munde. (Büyük skandaldan sonra politikacı bir anda herkesin diline düştü.) 4. Die innovative Technologie ist momentan in aller Munde und könnte die Industrie verändern. (Bu yenilikçi teknoloji şu an herkesin dilinde ve sektörü değiştirebilir.) 5. Der neue Trend aus den USA ist auch in Europa in aller Munde. (ABD’den gelen yeni trend Avrupa’da da herkesin dilinde.)
43
Gegen einander antreten
“Gegen einander antreten” (Redewendung) Birbirine karşı yarışmak/ karşısına çıkmak Bedeutung (Deutsch): Diese Redewendung bedeutet, dass zwei oder mehr Personen oder Gruppen in einem Wettkampf oder einer Auseinandersetzung gegeneinander kämpfen oder sich messen. Es kann sich dabei um einen physischen Wettkampf, einen sportlichen Wettbewerb oder auch eine intellektuelle Herausforderung handeln. Übersetzung (Englisch): • to compete against each other • to face off against each other Synonyme (Deutsch): • sich messen • gegeneinander kämpfen • im Wettstreit stehen • rivalisieren Beispiele 1. Im Fußballturnier treten die beiden besten Mannschaften gegeneinander an. (Futbol turnuvasında en iyi iki takım karşı karşıya geliyor.) 2. In der nächsten Runde werden die Kandidaten in einem Quiz gegeneinander antreten. (Bir sonraki turda adaylar bir bilgi yarışmasında birbirlerine karşı mücadele edecek.) 3. Die zwei Teams müssen im Finale gegeneinander antreten, um den Pokal zu gewinnen. (İki takım, kupayı kazanmak için finalde karşı karşıya gelecek.) 4. Die beiden Unternehmen treten im Wettbewerb um die Marktführerschaft gegeneinander an. (İki şirket pazar liderliği için birbirleriyle rekabet ediyor.) 5. Die Musiker treten in einem talentierten Wettbewerb gegeneinander an. (Müzisyenler yetenek yarışmasında birbirlerine karşı yarışacak.) ⸻
44
sich gegen etwas richten
“Sich gegen etwas richten” Almanca bir ifadedir ve Türkçe’de “bir şeye karşı olmak”, “bir şeye yönelmek” veya “bir şeyle çatışmak” olarak çevrilebilir. Bu ifade, bir kişinin ya da bir şeyin, belirli bir duruma, görüşe ya da harekete karşı bir tutum veya eylem sergilemesini anlatmak için kullanılır. İngilizce Anlamları: • To oppose something • To be directed against something • To act against something Türkçe Anlamı: • Bir şeye karşı olmak • Bir şeyle çatışmak • Bir şeyin karşısında durmak Almanca Zıt Anlamlıları (Antonyms): • Sich für etwas einsetzen (bir şeyi desteklemek, bir şeyin lehinde olmak) • Etwas unterstützen (bir şeye destek vermek) Almanca Benzer Anlamlıları (Synonyms): • Sich gegen etwas wehren (bir şeye karşı direnmek) • Etwas ablehnen (bir şeyi reddetmek) • Sich etwas entgegensetzen (bir şeye karşı durmak) Almanca Örnek Cümleler: 1. Er richtete sich gegen die neue Gesetzgebung. • O, yeni yasaya karşı çıktı. 2. Die Demonstration richtete sich gegen die hohen Steuern. • Gösteri, yüksek vergilere karşıydı. 3. Sie richtet sich immer gegen die Meinungen anderer. • O, her zaman başkalarının fikirlerine karşı çıkar. 4. Seine Rede richtete sich gegen die Korruption in der Regierung. • Konuşması, hükümetteki yolsuzluklara karşıydı. 5. Das Unternehmen richtet sich gegen den Wettbewerber, um Marktanteile zu gewinnen. • Şirket, pazar payı kazanmak için rakibe karşı hareket ediyor.
45
sich irren
“Irren” Almanca bir fiildir ve “yanılmak”, “hata yapmak” veya “yanlış düşünmek” anlamına gelir. Genellikle kişinin bir konuda yanlış bir fikre kapılması ya da bir şeyde hata yapması durumunda kullanılır. ⸻ İngilizce Anlamları: • To be mistaken • To be wrong • To err • To misjudge Türkçe Anlamları: • Yanılmak • Hata yapmak • Yanlış düşünmek • Yanlış bir sonuca varmak ⸻ Almanca Zıt Anlamlıları (Antonyms): • Recht haben (haklı olmak) • Sich sicher sein (emin olmak) Almanca Benzer Anlamlıları (Synonyms): • Sich täuschen (yanılmak) • Fehlen (yanlış yapmak, hata yapmak) • Falsch liegen (yanlış olmak) ⸻ Almanca Örnek Cümleler: 1. Ich habe mich geirrt, das war nicht die richtige Entscheidung. • Yanıldım, bu doğru karar değildi. 2. Wenn du denkst, dass er lügt, irrst du dich gewaltig. • Eğer onun yalan söylediğini düşünüyorsan, fena halde yanılıyorsun. 3. Der Wissenschaftler irrte sich in seiner Berechnung. • Bilim insanı hesaplamasında yanıldı. 4. Ich dachte, das Geschäft hätte geöffnet, aber ich habe mich geirrt. • Dükkânın açık olduğunu sandım ama yanılmışım. 5. Manchmal irren sich sogar Experten. • Bazen uzmanlar bile yanılabilir.
46
sich vertraut machen
Sich vertraut machen Anlamları • Türkçe: Alışmak, aşina olmak, bir konuya hakim olmak • Almanca: sich mit etwas bekannt machen, sich eingewöhnen • İngilizce: to familiarize oneself, to get used to, to become acquainted with ⸻ Almanca Zıt Anlamlılar (Antonyme) • ignorieren (göz ardı etmek) • meiden (kaçınmak) • unbekannt bleiben (bilinmez kalmak) ⸻ Almanca Benzer Anlamlılar (Synonyme) • sich einarbeiten (bir konuya alışmak, kendini alıştırmak) • kennenlernen (tanımak, öğrenmek) • sich gewöhnen an (bir şeye alışmak) ⸻ 1. Er muss sich mit den neuen Arbeitsabläufen vertraut machen. (Yeni iş süreçlerine alışması gerekiyor.) 2. Bevor du in ein anderes Land ziehst, solltest du dich mit der Kultur vertraut machen. (Başka bir ülkeye taşınmadan önce kültürüne aşina olmalısın.) 3. Die Studenten machen sich mit der neuen Software vertraut. (Öğrenciler yeni yazılıma alışıyorlar.) 4. Ich brauche etwas Zeit, um mich mit dem neuen System vertraut zu machen. (Yeni sisteme alışmak için biraz zamana ihtiyacım var.) 5. Sie hat sich schnell mit ihrer neuen Umgebung vertraut gemacht. (Yeni çevresine hızlıca alıştı.)
47
klare Linie
klare Linie Anlamları • Türkçe: Açık ve net bir çizgi, tutarlı bir yol, belirgin bir yön • Almanca: eine deutliche Struktur, eine klare Richtung • İngilizce: clear line, clear structure, distinct direction ⸻ Almanca Zıt Anlamlılar (Antonyme) • unklare Linie (belirsiz çizgi) • widersprüchlicher Kurs (çelişkili rota) • chaotische Struktur (kaotik yapı) ⸻ Almanca Benzer Anlamlılar (Synonyme) • klare Struktur (açık yapı) • deutliche Richtung (belirgin yön) • klares Konzept (net konsept) ⸻ 1. Die Firma verfolgt eine klare Linie in ihrer Geschäftspolitik. (Şirket, iş politikasında net bir çizgi izliyor.) 2. Sein Design zeichnet sich durch klare Linien und einfache Formen aus. (Tasarımı, net çizgiler ve basit şekiller ile öne çıkıyor.) 3. In politischen Debatten fehlt oft eine klare Linie. (Siyasi tartışmalarda genellikle net bir çizgi eksik oluyor.) 4. Die Trainerin hat eine klare Linie, wenn es um Disziplin geht. (Antrenör, disiplin konusunda net bir yaklaşım benimsiyor.) 5. Ein guter Redner braucht eine klare Linie in seinen Argumenten. (İyi bir konuşmacının, argümanlarında net bir çizgiye ihtiyacı vardır.)
48
in Betrieb bleiben
in Betrieb bleiben (ifade – deyimsel kullanım) Anlamları • Türkçe: çalışır durumda kalmak, faaliyette kalmak • Almanca: weiterhin funktionieren oder aktiv sein • İngilizce: to remain in operation / to stay functional / to stay in service ⸻ Kullanım Açıklaması Bu ifade özellikle makineler, sistemler, şirketler ya da tesisler için kullanılır. Bir şeyin durmaması, kapanmaması, bozulmaması anlamına gelir. ⸻ Almanca Zıt Anlamlılar (Antonyme) • außer Betrieb sein (çalışmıyor olmak) • stillstehen (durgun/çalışmıyor olmak) • abgeschaltet werden (kapatılmak) ⸻ Almanca Benzer Anlamlılar (Synonyme) • funktionieren (çalışmak) • aktiv bleiben (aktif kalmak) • weiterlaufen (devam etmek) • nicht ausfallen (arıza vermemek) ⸻ 1. Die Klimaanlage muss auch bei großer Hitze in Betrieb bleiben. (Klima, yüksek sıcaklıklarda da çalışır durumda kalmalıdır.) 2. Während der Wartung darf das System nicht in Betrieb bleiben. (Bakım sırasında sistem çalışır durumda olmamalıdır.) 3. Trotz des Stromausfalls blieb der Generator in Betrieb. (Elektrik kesintisine rağmen jeneratör çalışmaya devam etti.) 4. Die Maschine kann nur dann in Betrieb bleiben, wenn sie regelmäßig überprüft wird. (Makine, sadece düzenli kontrol edilirse çalışır durumda kalabilir.) 5. Das Unternehmen blieb auch während der Pandemie in Betrieb. (Şirket, pandemi boyunca da faaliyet göstermeye devam etti.) ⸻ İstersen bu deyimin teknik veya hukuki metinlerdeki kullanımlarını da gösterebilirim.
49
vom Netzt gehen
vom Netz gehen (ifade – deyimsel kullanım) Anlamları • Türkçe: • şebekeden ayrılmak / bağlantısı kesilmek • çevrimdışı olmak • (elektrik, internet, sistem vb. için) kapanmak, devreden çıkmak • Almanca: • sich vom Stromnetz oder Datennetz trennen • abgeschaltet oder deaktiviert werden • offline gehen • İngilizce: • to go offline • to go off the grid • to disconnect from the network ⸻ Kullanım Bağlamı Bu ifade genellikle teknolojik, enerji veya internet bağlamında kullanılır. Bir cihazın, tesisin ya da sistemin bilinçli veya zorunlu olarak ağa olan bağlantısının kesilmesini ifade eder. ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme) • ans Netz gehen (şebekeye bağlanmak) • online sein (çevrimiçi olmak) • in Betrieb gehen (çalışmaya başlamak) ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme) • offline gehen • abgeschaltet werden • deaktiviert werden ⸻ 1. Das Kraftwerk geht Ende des Jahres vom Netz. (Elektrik santrali yıl sonunda şebekeden çıkıyor.) 2. Wegen einer Störung ging der Server plötzlich vom Netz. (Bir arıza nedeniyle sunucu aniden ağdan ayrıldı.) 3. Immer mehr Menschen entscheiden sich dafür, vom Netz zu gehen und autark zu leben. (Giderek daha fazla insan şebekeden ayrılmayı ve bağımsız yaşamayı tercih ediyor.) 4. Nach dem Stromausfall gingen mehrere Haushalte vom Netz. (Elektrik kesintisinden sonra birçok ev şebekeden koptu.) 5. Das Gerät geht automatisch vom Netz, wenn es überhitzt. _(Cihaz aşırı ısınırsa otomatik olarak şebekeden ayrılır.) ⸻
50
ans Netzt gehen
ans Netz gehen (ifade – deyimsel kullanım) Anlamları • Türkçe: • şebekeye bağlanmak (özellikle elektrik/enerji bağlamında) • devreye girmek, çalışmaya başlamak • internete bağlanmak (daha az yaygın) • Almanca: • sich mit dem Stromnetz verbinden • in Betrieb genommen werden • online geschaltet werden • İngilizce: • to be connected to the grid • to go online • to be activated / commissioned ⸻ Kullanım Bağlamı Bu ifade özellikle enerji üretimi (örneğin bir elektrik santrali, güneş paneli sistemi vs.) için kullanılır. Ayrıca teknik sistemlerin veya altyapıların devreye alınmasında da kullanılır. ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme) • vom Netz gehen (şebekeden çıkmak) • außer Betrieb gehen (çalışmaz hale gelmek) • abgeschaltet werden (kapatılmak) ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme) • in Betrieb gehen (faaliyete geçmek) • angeschlossen werden (bağlanmak) • aktiviert werden (etkinleştirilmek) ⸻ 1. Das neue Solarkraftwerk ist gestern ans Netz gegangen. (Yeni güneş enerjisi santrali dün şebekeye bağlandı.) 2. Wenn die Tests abgeschlossen sind, geht die Anlage ans Netz. (Testler tamamlandıktan sonra tesis devreye alınacak.) 3. In wenigen Monaten soll das Windrad ans Netz gehen. (Rüzgar türbini birkaç ay içinde şebekeye bağlanacak.) 4. Die neue Produktionslinie ist erfolgreich ans Netz gegangen. (Yeni üretim hattı başarıyla devreye alındı.) 5. Nach jahrelanger Bauzeit ging der Reaktor endlich ans Netz. (Yıllar süren inşa sürecinden sonra reaktör nihayet şebekeye bağlandı.) ⸻
51
in der Gänge kommen
in die Gänge kommen (idiomatisch / deyimsel ifade) ⸻ Anlamı • Türkçe: • harekete geçmek • işler yoluna girmeye başlamak • yavaş yavaş başlamak • bir şeyin işlemeye başlaması • toparlanmak, kendine gelmek • Almanca: • beginnen, aktiv zu werden • in Schwung kommen • anfangen zu funktionieren oder sich zu entwickeln • sich allmählich in Bewegung setzen • İngilizce: • to get going • to get into gear • to get started • to start moving or working properly ⸻ Kullanım Notu: Bu deyim hem insanlar için (kişisel motivasyon, enerji) hem de süreçler veya projeler için kullanılabilir. ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme) • starten • loslegen • in Schwung kommen • beginnen • sich aufraffen ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme) • stillstehen • nicht in die Pötte kommen (argo: bir türlü başlayamamak) • träge bleiben • zögern ⸻ Almanca Örnek Cümle 1. Am Morgen brauche ich immer etwas Zeit, um in die Gänge zu kommen. (Sabahları harekete geçmem biraz zaman alır.) 2. Das Projekt kam nur langsam in die Gänge, aber dann lief alles reibungslos. (Proje yavaş başladı ama sonra her şey sorunsuz ilerledi.) 3. Nach dem langen Urlaub fiel es ihm schwer, wieder in die Gänge zu kommen. (Uzun tatilden sonra tekrar toparlanması zor oldu.) 4. Die Produktion kommt endlich in die Gänge, nachdem die Maschine repariert wurde. (Makine onarıldıktan sonra üretim nihayet başladı.) 5. Wir müssen endlich in die Gänge kommen, sonst verpassen wir die Deadline. (Artık harekete geçmeliyiz yoksa son teslim tarihini kaçıracağız.) ⸻
52
Aus dem Zusammenhang reißen
aus dem Zusammenhang reißen (bir deyim – sabit ifade) ⸻ Anlamı • Türkçe: • bağlamından koparmak • cümleyi/ifade edilen şeyi bağlam dışına çekmek • yanlış anlam yaratacak şekilde bir sözü cımbızlamak • Almanca: • eine Aussage oder ein Zitat so wiedergeben, dass der ursprüngliche Sinn durch das Fehlen des Kontexts verfälscht wird • etwas isoliert darstellen, sodass es missverstanden wird • İngilizce: • to take something out of context • to quote out of context ⸻ Örnek Anlam Açıklaması Bu deyim, bir kişinin sözünün ya da bir metnin yalnızca bir bölümünün alınarak, asıl anlamı dışında kullanılmasını ifade eder. Genellikle manipülasyon veya yanlış anlaşılmalarla ilgilidir. ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme) • verzerren (çarpıtmak) • missverstehen (yanlış anlamak) • falsch darstellen (yanlış şekilde sunmak) ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme) • im Kontext verstehen (bağlam içinde anlamak) • richtig interpretieren (doğru yorumlamak) • wörtlich übernehmen (doğrudan aktarmak) ⸻ 5 Almanca Örnek Cümle 1. Seine Aussage wurde aus dem Zusammenhang gerissen und falsch interpretiert. (Onun açıklaması bağlamından koparıldı ve yanlış yorumlandı.) 2. Die Medien neigen dazu, manche Zitate aus dem Zusammenhang zu reißen. (Medya bazen bazı alıntıları bağlamından koparma eğilimindedir.) 3. Wenn man meine Worte aus dem Zusammenhang reißt, klingen sie viel härter. (Sözlerimi bağlamdan koparırsan, çok daha sert tınlar.) 4. Die Politikerin warf dem Journalisten vor, ihre Aussagen aus dem Zusammenhang gerissen zu haben. (Kadın politikacı, gazeteciyi sözlerini bağlamından koparmakla suçladı.) 5. Man sollte vorsichtig sein, bevor man jemanden kritisiert – vielleicht wurde die Aussage aus dem Zusammenhang gerissen. (Birini eleştirmeden önce dikkatli olunmalı – belki de söz bağlamından koparılmıştır.) ⸻
53
Einwänden haben
Einwände haben (Wortverbindung / kelime grubu) Fiil + isim: Einwand (der) + haben Mehrzahl: Einwände ⸻ Anlamları • Türkçe: • itirazı olmak • karşı çıkmak • çekincesi olmak • Almanca: • gegen etwas widersprechen • eine kritische Meinung äußern • nicht einverstanden sein • İngilizce: • to have objections • to raise concerns • to oppose something ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme) • etwas beanstanden • einwenden • kritisieren • dagegen sein ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme) • zustimmen (katılmak) • einverstanden sein (hemfikir olmak) • befürworten (desteklemek) ⸻ 5 Almanca Örnek Cümle 1. Gegen diesen Vorschlag habe ich einige Einwände. (Bu öneriye karşı bazı itirazlarım var.) 2. Wenn niemand Einwände hat, machen wir weiter. (Eğer kimsenin itirazı yoksa devam ediyoruz.) 3. Der Anwalt hatte rechtliche Einwände gegen den Vertrag. (Avukatın sözleşmeye karşı hukuki itirazları vardı.) 4. Sie hatte Einwände gegen die neue Regelung. (Yeni düzenlemeye karşı itirazları vardı.) 5. Ich möchte an dieser Stelle meine Einwände äußern. (Bu noktada itirazlarımı dile getirmek istiyorum.) ⸻
54
Die Umstände zulassen
die Umstände zulassen (Wortverbindung – kelime grubu) zulassen = izin vermek, mümkün kılmak die Umstände = koşullar, durumlar ⸻ Anlamı • Türkçe: • koşullar izin verirse • şartlar elverirse • durum uygunsa • Almanca: • wenn die Situation es erlaubt • falls es die Bedingungen ermöglichen • sofern es möglich ist • İngilizce: • if circumstances allow • if the situation permits • as long as conditions are favorable ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme) • wenn möglich • sofern es geht • unter passenden Bedingungen • falls es machbar ist ⸻ Almanca Örnek Cümle 1. Wenn es die Umstände zulassen, besuchen wir euch am Wochenende. (Koşullar izin verirse, hafta sonu sizi ziyaret ederiz.) 2. Ich helfe dir, sobald es die Umstände zulassen. (Koşullar izin verdiği anda sana yardım ederim.) 3. Die Reise findet statt, sofern es die Umstände zulassen. (Koşullar elverirse, seyahat gerçekleşecek.) 4. Unter normalen Umständen hätte ich sofort zugesagt. (Normal koşullarda hemen kabul ederdim.) 5. Wenn die Umstände es zulassen, möchten wir das Projekt früher abschließen. (Koşullar izin verirse, projeyi daha erken bitirmek istiyoruz.) ⸻
55
legitime Fracht
legitime Fracht Bu ifade iki kelimeden oluşur: • legitim = yasal, meşru • die Fracht = yük, taşıma malı (özellikle taşımacılıkta) ⸻ Türkçesi: legitime Fracht → meşru/yasal yük, yasal taşıma malı Bu ifade, yasalara uygun şekilde taşınan veya beyan edilmiş, yasak olmayan bir yükü ifade eder. Gümrük ve taşımacılık alanında sıkça kullanılır. ⸻ İngilizcesi: • legitimate cargo • lawful freight • authorized shipment ⸻ Almanca Örnek Cümleler 1. Der Zoll überprüfte, ob es sich um eine legitime Fracht handelte. (Gümrük, bunun yasal bir yük olup olmadığını kontrol etti.) 2. Nur legitime Fracht darf in das Land eingeführt werden. (Sadece yasal yük ülkeye sokulabilir.) 3. Die Polizei stellte sicher, dass der Lastwagen nur legitime Fracht transportierte. (Polis, kamyonun sadece yasal yük taşıdığından emin oldu.) 4. Bei internationalen Transporten ist die Dokumentation der legitimen Fracht entscheidend. (Uluslararası taşımacılıkta, yasal yükün belgelenmesi çok önemlidir.) 5. Die Spedition haftet nur für legitime Fracht, nicht für illegale Güter. (Nakliye firması yalnızca yasal yükten sorumludur, yasa dışı mallardan değil.) ⸻
56
angeboren sein
angeboren sein ⸻ Türkçe Anlamı: • doğuştan olmak • doğuştan gelen ⸻ İngilizce Anlamları: • to be innate • to be inborn • to be congenital (daha çok tıbbi anlamda) ⸻ Almanca Yakın Anlamlılar (Synonyme): • von Natur aus vorhanden sein • naturgegeben sein • erworben vs. angeboren → erworben = sonradan edinilen ⸻ Almanca Zıt Anlamlılar (Antonyme): • erworben sein (sonradan kazanılmış olmak) ⸻ Örnek Cümle ve Türkçeleri: 1. Das musikalische Talent scheint ihm angeboren zu sein. (Müzikal yetenek ona doğuştan gelmiş gibi görünüyor.) 2. Manche Menschen haben ein angeborenes Gespür für Sprachen. (Bazı insanlar diller için doğuştan bir sezgiye sahiptir.) 3. Diese Krankheit ist angeboren und nicht heilbar. (Bu hastalık doğuştandır ve tedavi edilemez.) 4. Ihm ist eine große Geduld angeboren. (Ona büyük bir sabır doğuştan verilmiş.) 5. Einige Charaktereigenschaften sind nicht erlernt, sondern angeboren. (Bazı karakter özellikleri öğrenilmez, doğuştan gelir.) ⸻
57
Mühe machen
Mühe machen ⸻ Türkçe Anlamı: • zahmet vermek • çaba gerektirmek • uğraştırmak ⸻ İngilizce Anlamları: • to take effort • to be troublesome • to be difficult • to cause trouble ⸻ Almanca Yakın Anlamlılar (Synonyme): • Anstrengung erfordern • schwierig sein • belasten Almanca Zıt Anlamlılar (Antonyme): • leichtfallen • einfach sein ⸻ 5 Örnek Cümle ve Türkçeleri: 1. Diese Aufgabe hat mir viel Mühe gemacht. (Bu görev bana çok zahmet verdi.) 2. Es macht mir keine Mühe, dir zu helfen. (Sana yardım etmek bana zahmet vermiyor.) 3. Das neue System macht den Mitarbeitern weniger Mühe. (Yeni sistem çalışanlara daha az zahmet veriyor.) 4. Die Erklärung hat mir große Mühe gemacht, aber jetzt verstehe ich es. (Açıklama bana büyük çaba gerektirdi ama şimdi anlıyorum.) 5. Macht es dir Mühe, kurz auf die Kinder aufzupassen? (Çocuklara kısa süreliğine göz kulak olmak sana zahmet olur mu?) ⸻
58
geringer sein
geringer sein Türkçe Anlamı: • Daha düşük olmak, daha az olmak, daha küçük olmak. • Bir şeyin boyutunun, miktarının, öneminin veya derecesinin daha az olması anlamında kullanılır. Almanca Anlamı: • geringer sein beschreibt einen Zustand, bei dem etwas in seiner Größe, Menge, Bedeutung oder Intensität im Vergleich zu etwas anderem weniger ist. Es wird verwendet, um zu betonen, dass der Wert oder die Ausprägung von etwas im Vergleich zu etwas anderem geringer ist. ⸻ İngilizce Anlamı: • Be lower • Be less • Be smaller • Be inferior ⸻ Almanca Yakın Anlamlılar (Synonyme): • niedriger sein (daha düşük olmak) • geringfügig sein (çok az olmak) • kleiner sein (daha küçük olmak) • weniger sein (daha az olmak) Almanca Zıt Anlamlılar (Antonyme): • höher sein (daha yüksek olmak) • größer sein (daha büyük olmak) • mehr sein (daha fazla olmak) • bedeutender sein (daha önemli olmak) ⸻ 5 Tane C1 Düzeyinde Almanca Örnek Cümleler ve Türkçeleri: 1. Die Chancen, dass er das Projekt erfolgreich abschließt, sind geringer als erwartet. (Projeyi başarılı bir şekilde tamamlayacağına dair şanslar, beklenenden daha az.) 2. Der Unterschied in der Qualität der beiden Produkte ist nur gering. (İki ürün arasındaki kalite farkı çok az.) 3. Die finanziellen Auswirkungen des Vorfalls sind geringer als befürchtet. (Olayın finansal etkileri, korkulduğundan daha az.) 4. Der Lärmpegel in der Nacht ist in dieser Gegend normalerweise geringer. (Gece saatlerinde bu bölgede gürültü seviyesi genellikle daha düşüktür.) 5. Das Risiko, dass dieser Fehler noch einmal passiert, ist gering. (Bu hatanın bir daha tekrarlanma riski çok düşük.) ⸻ geringer sein kelimesi, genellikle karşılaştırmalı bir şekilde kullanılır ve bir şeyin daha az veya daha düşük olduğunu ifade eder. Yardımcı olabileceğim başka bir şey var mı?
59
Sorgen machen
⸻ “Sorgen machen” • Türkçesi: endişelenmek, kaygılanmak • Almancası: sich Gedanken oder Ängste über etwas machen • İngilizcesi: to worry, to be concerned ⸻ Benzer Anlamlı Almanca İfadeler: • sich Sorgen um etwas machen (bir şey için endişelenmek) • besorgt sein (endişeli olmak) • ängstlich sein (kaygılı olmak) Zıt Anlamlı Almanca İfadeler: • sorglos sein (endişesiz olmak) • entspannt sein (rahat olmak) ⸻ 5 adet C1 düzeyinde Almanca örnek cümle ve Türkçe anlamları: ⸻ 1. Ich mache mir Sorgen um seine Gesundheit, weil er seit Tagen hohes Fieber hat. (Günlerdir yüksek ateşi olduğu için sağlığı hakkında endişeleniyorum.) 2. Eltern machen sich oft Sorgen über die Zukunft ihrer Kinder. (Ebeveynler genellikle çocuklarının geleceği konusunda endişelenirler.) 3. Obwohl die Prüfungen bevorstehen, mache ich mir erstaunlich wenig Sorgen. (Sınavlar yaklaşmasına rağmen, şaşırtıcı derecede az endişeleniyorum.) 4. Man sollte sich nicht ständig Sorgen über Dinge machen, die man nicht kontrollieren kann. (Kontrol edemeyeceğin şeyler hakkında sürekli endişelenmemelisin.) 5. Sie machte sich Sorgen, dass ihre Bewerbung nicht rechtzeitig ankommen könnte. (Başvurusunun zamanında ulaşamayacağından endişelendi.) ⸻
60
Vorträge halten
“Vorträge halten” kelimesi Almanca bir ifadedir ve anlamı aşağıdaki gibidir: ⸻ Vorträge halten • Türkçesi: konferans yapmak, sunum yapmak, konuşma yapmak • Almancası: eine Rede oder Präsentation vor einem Publikum halten • İngilizcesi: to give a lecture, to hold a presentation, to give a talk ⸻ Benzer Anlamlı Almanca İfadeler: • eine Präsentation halten (sunum yapmak) • eine Rede halten (konuşma yapmak) Zıt Anlamlı Almanca İfadeler: • zuhören (dinlemek) • enthalten (yerinde durmak, herhangi bir sunum yapmamak) ⸻ 5 Adet C1 Düzeyinde Almanca Örnek Cümle ve Türkçe Anlamları: 1. Der Professor wird morgen einen Vortrag über Klimawandel halten. (Profesör yarın iklim değişikliği hakkında bir konuşma yapacak.) 2. Er musste den Vortrag aufgrund technischer Probleme abbrechen. (Teknik sorunlar nedeniyle konuşmasını kesmek zorunda kaldı.) 3. Ich habe das Gefühl, dass ich heute einen sehr guten Vortrag gehalten habe. (Bugün çok iyi bir sunum yaptığımı hissediyorum.) 4. Sie bereitet sich gerade auf einen wichtigen Vortrag vor. (Şu anda önemli bir sunum için hazırlanıyor.) 5. Während des Vortrags stellte der Redner viele interessante Fragen, die das Publikum zum Nachdenken anregten. (Sunum sırasında konuşmacı, izleyiciyi düşünmeye sevk eden pek çok ilginç soru sordu.) ⸻
61
Außer Griff geraten
⸻ außer Griff geraten ⸻ Türkçe Anlamı: • Kontrolden çıkmak • İşlerin kontrol edilemez hale gelmesi • Elden kaçmak Almanca Anlamı: • außer Kontrolle geraten, • nicht mehr beherrschbar sein İngilizce Anlamları: • to get out of control • to slip out of hand • to spiral out of control ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme auf Deutsch): • außer Kontrolle geraten • unkontrollierbar werden • entgleiten Zıt Anlamlılar (Antonyme auf Deutsch): • unter Kontrolle bleiben • im Griff behalten ⸻ 5 Beispielsätze auf C1-Niveau 1. Nach der plötzlichen Preiserhöhung gerieten die Proteste der Bevölkerung völlig außer Griff. (Ani fiyat artışının ardından halkın protestoları tamamen kontrolden çıktı.) 2. Wenn Emotionen außer Griff geraten, ist es schwer, rational zu handeln. (Duygular kontrolden çıktığında mantıklı hareket etmek zordur.) 3. Die Lage im Katastrophengebiet ist außer Griff geraten und erfordert internationale Hilfe. (Felaket bölgesindeki durum kontrolden çıktı ve uluslararası yardım gerektiriyor.) 4. Während der Verhandlungen geriet die Diskussion kurzzeitig außer Griff. (Görüşmeler sırasında tartışma kısa bir süreliğine kontrolden çıktı.) 5. Wenn wir jetzt nicht eingreifen, könnten die Ereignisse völlig außer Griff geraten. (Şimdi müdahale etmezsek olaylar tamamen kontrolden çıkabilir.)
62
in dem Griff bekommen
⸻ in den Griff bekommen Almanca Anlamı: • Etwas erfolgreich kontrollieren oder meistern. (Bir şeyi başarılı şekilde kontrol altına almak veya üstesinden gelmek.) Türkçe Anlamı: • Bir şeyi kontrol altına almak, hâkim olmak, üstesinden gelmek. İngilizce Anlamı: • to get something under control • to manage something • to get a handle on something ⸻ Almanca Zıt ve Benzer Anlamlılar: Benzer Anlamlılar Zıt Anlamlılar etwas kontrollieren außer Kontrolle geraten etwas meistern scheitern etwas beherrschen den Überblick verlieren ⸻ 5 Tane C1 Seviyesinde Almanca Örnek Cümleler: 1. Trotz anfänglicher Schwierigkeiten konnte sie die neue Software schnell in den Griff bekommen. (Başlangıçtaki zorluklara rağmen yeni yazılımı hızlıca kontrol altına alabildi.) 2. Es ist beeindruckend, wie schnell das Unternehmen die Krise in den Griff bekommen hat. (Şirketin krizi ne kadar hızlı kontrol altına aldığı etkileyici.) 3. Wenn wir den Klimawandel nicht bald in den Griff bekommen, werden die Folgen katastrophal sein. (Eğer iklim değişikliğini yakında kontrol altına alamazsak sonuçlar felaket olacak.) 4. Nach intensiver Therapie bekam er seine Ängste endlich in den Griff. (Yoğun terapiden sonra korkularını nihayet kontrol altına aldı.) 5. Die Regierung versucht, die steigende Inflation in den Griff zu bekommen. (Hükümet artan enflasyonu kontrol altına almaya çalışıyor.) ⸻
63
an der Sache dranbleiben
an der Sache dranbleiben Almanca Anlamı: • Etwas weiterhin verfolgen, nicht aufgeben, beharrlich bleiben. (Bir konuyu takip etmek, pes etmemek, ısrarla üzerinde durmak.) Türkçe Anlamı: • Bir konunun peşini bırakmamak, üzerine gitmeye devam etmek, ısrarla ilgilenmek. İngilizce Anlamları: • to stay on it • to keep at it • to stick with it • to follow through ⸻ Almanca Zıt ve Benzer Anlamlılar: Benzer Anlamlılar Zıt Anlamlılar dranbleiben aufgeben (vazgeçmek) nicht locker lassen fallen lassen (bırakmak) beharrlich bleiben abwenden (yüz çevirmek) ⸻ 5 Tane C1 Seviyesinde Almanca Örnek Cümleler: 1. Wenn du wirklich Erfolg haben willst, musst du an der Sache dranbleiben, auch wenn es schwierig wird. (Gerçekten başarılı olmak istiyorsan, işler zorlaşsa bile konunun peşini bırakmamalısın.) 2. Die Polizei versprach, an der Sache dranzubleiben, bis der Täter gefasst ist. (Polis, suçlu yakalanana kadar konunun takipçisi olacağına söz verdi.) 3. Obwohl die ersten Versuche scheiterten, blieb das Forschungsteam hartnäckig an der Sache dran. (İlk denemeler başarısız olsa da araştırma ekibi azimle konunun üzerine gitmeye devam etti.) 4. Manchmal ist es frustrierend, aber wenn du dranbleibst, wirst du irgendwann Ergebnisse sehen. (Bazen moral bozucu olabilir, ama eğer peşini bırakmazsan, sonunda sonuçları göreceksin.) 5. Es erfordert viel Geduld, an einer komplexen Angelegenheit dran zu bleiben. (Karmaşık bir konunun peşini bırakmamak çok sabır gerektirir.) ⸻
64
einen Beitrag leisten
einen Beitrag leisten Almanca Anlamı: • einen Beitrag leisten bedeutet, etwas zu tun, um zu einem Ziel oder einer Sache beizutragen oder zu helfen. (Bir hedefe veya duruma katkıda bulunmak veya yardım etmek anlamına gelir.) Türkçe Anlamı: • katkıda bulunmak • bir şeye yardım etmek • bir amaca katkı sağlamak İngilizce Anlamı: • to make a contribution • to contribute • to play a part in ⸻ Almanca Zıt ve Benzer Anlamlılar: Benzer Anlamlılar Zıt Anlamlılar helfen (yardım etmek) hindern (engellemek) unterstützen (desteklemek) blockieren (engellemek) beisteuern (katkıda bulunmak) verhindern (önlemek) mitwirken (katkıda bulunmak) auslassen (atlamak, dışlamak) ⸻ 5 Tane C1 Seviyesinde Almanca Örnek Cümleler: 1. Jeder kann einen Beitrag zum Umweltschutz leisten, indem er seinen CO2-Ausstoß reduziert. (Herkes, karbon salınımını azaltarak çevre korumaya katkıda bulunabilir.) 2. Die Firma hat durch Spenden einen bedeutenden Beitrag zur Forschung geleistet. (Şirket, bağışlarla araştırmalara önemli bir katkı sağladı.) 3. Die Wissenschaftler leisten einen wichtigen Beitrag zur Lösung des Klimawandels. (Bilim insanları, iklim değişikliği sorununa çözüm bulunmasına önemli katkılar yapmaktadır.) 4. Er hat einen großen Beitrag zur Entwicklung der neuen Software geleistet. (Yeni yazılımın geliştirilmesine büyük katkıda bulundu.) 5. Durch die Zusammenarbeit mit anderen Ländern können wir einen effektiven Beitrag zur globalen Friedenssicherung leisten. (Diğer ülkelerle iş birliği yaparak küresel barışın sağlanmasına etkin bir katkı sağlayabiliriz.) ⸻ Bu ifade, genellikle bir şeyin gelişmesine veya başarıya katkıda bulunmayı anlatırken kullanılır.
65
besessen sein
⸻ besessen sein Almanca Anlamı: • Von einer Idee, einem Gedanken oder einem Wunsch völlig eingenommen sein. (Bir fikir, düşünce veya istek tarafından tamamen ele geçirilmiş olmak.) Türkçe Anlamı: • Takıntılı olmak, bir şeye saplantılı şekilde bağlı olmak. İngilizce Anlamları: • to be obsessed • to be possessed (özellikle dini veya mecazi anlamda) • to be fixated on ⸻ Almanca Zıt ve Benzer Anlamlılar: Benzer Anlamlılar Zıt Anlamlılar fixiert sein auf gleichgültig sein (ilgisiz olmak) vernarrt sein desinteressiert sein (ilgisiz olmak) fanatisch sein objektiv sein (tarafsız olmak) ⸻ 5 Tane C1 Düzeyinde Almanca Örnek Cümleler: 1. Er ist geradezu besessen von der Idee, das perfekte Buch zu schreiben. (Mükemmel kitabı yazma fikrine adeta takıntılı.) 2. Sie war so besessen von ihrer Karriere, dass sie ihr Privatleben völlig vernachlässigte. (Kariyerine o kadar takıntılıydı ki özel hayatını tamamen ihmal etti.) 3. Der Forscher wirkte besessen von dem Gedanken, das Rätsel zu lösen. (Araştırmacı, bilmecenin çözümüne adeta takıntılı görünüyordu.) 4. Manche Menschen sind regelrecht besessen von Fitness und Ernährung. (Bazı insanlar spor ve beslenmeye gerçekten saplantılıdır.) 5. Er war förmlich besessen von dem Wunsch, berühmt zu werden. (Ünlü olma arzusuna neredeyse saplantılıydı.) ⸻
66
Hoffnungen setzen auf
„Hoffnungen setzen (auf + Akk)“ – Detaylı Açıklama ⸻ Türkçe Anlamı: • umut bağlamak (birine/bir şeye) • umut beslemek ⸻ İngilizce Anlamları: • to pin one’s hopes on • to place hope in • to have hopes for ⸻ Yapı: Hoffnungen setzen auf + Akkusativ (Ich setze große Hoffnungen auf dich. = Sana büyük umutlar bağlıyorum.) ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme): • vertrauen auf • erwarten von • hoffen auf ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme): • die Hoffnung aufgeben (umudunu kesmek) • verzweifeln (ümitsizliğe kapılmak) ⸻ C1 Seviyesinde 5 Almanca Örnek Cümle: 1. Viele setzen große Hoffnungen auf die neue Regierung, um dringend nötige Reformen umzusetzen. Birçok kişi acilen gerekli reformları hayata geçirmek için yeni hükümete büyük umutlar bağlıyor. 2. Die Wissenschaft setzt ihre Hoffnungen auf neue Therapieansätze im Kampf gegen Krebs. Bilim, kansere karşı mücadelede yeni tedavi yaklaşımlarına umut bağlıyor. 3. Eltern setzen oft übertriebene Hoffnungen auf ihre Kinder, was zu großem Druck führen kann. Ebeveynler genellikle çocuklarına aşırı umutlar bağlar, bu da büyük bir baskıya yol açabilir. 4. Nach der Krise setzen Investoren ihre Hoffnungen auf eine schnelle wirtschaftliche Erholung. Krizden sonra yatırımcılar ekonomik toparlanmanın hızlı olacağına umut bağlıyor. 5. Die Bevölkerung setzt ihre Hoffnungen auf internationale Hilfe, um die Notlage zu überwinden. Halk, sıkıntılı durumu aşmak için uluslararası yardıma umut bağlıyor. ⸻
67
Die Hoffnung aufgeben
die Hoffnung aufgeben“ ⸻ Türkçe Anlamı: • umudu kesmek • ümidini bırakmak ⸻ İngilizce Anlamları: • to give up hope • to lose hope ⸻ Yapı: die Hoffnung aufgeben (Ich habe die Hoffnung aufgegeben. = Umudumu kestim.) ⸻ Benzer Anlamlılar (Synonyme): • verzweifeln • resignieren • nicht mehr hoffen ⸻ Zıt Anlamlılar (Antonyme): • Hoffnungen setzen auf • die Hoffnung bewahren • hoffen ⸻ Örnek Cümleler (C1 düzeyi): 1. Trotz vieler Rückschläge gab sie die Hoffnung nie auf. Pek çok başarısızlığa rağmen hiçbir zaman umudunu yitirmedi. 2. Nach Jahren vergeblicher Suche mussten sie die Hoffnung auf ein Heilmittel aufgeben. Yıllar süren sonuçsuz arayışın ardından bir tedavi umudunu kesmek zorunda kaldılar. 3. Viele geben angesichts der Klimakrise die Hoffnung auf eine bessere Zukunft auf. Pek çok insan iklim krizi karşısında daha iyi bir gelecek umudunu yitiriyor. 4. Er hat die Hoffnung aufgegeben, dass sich die Lage bald verbessert. Durumun yakında düzeleceği umudunu kesti. 5. Wenn man die Hoffnung aufgibt, verliert man die Motivation zum Weitermachen. Umudunu kaybedince, devam etme motivasyonunu da kaybedersin. ⸻
68
entlegenen Region
entlegenen Region ⸻ Türkçe Anlamı: Uzak bölge / Ücra bölge ⸻ İngilizce Anlamları: • remote region • distant area • isolated region ⸻ Benzer Almanca Anlamlılar: • abgelegene Gegend • isoliertes Gebiet • weit entfernte Region Zıt Anlamlılar (Antonyme): • zentrale Region • gut erreichbare Gegend • Ballungsraum (nüfus yoğun bölge) ⸻ C1 Düzeyinde 5 Almanca Örnek Cümle: 1. In entlegenen Regionen ist der Zugang zu medizinischer Versorgung oft schwierig. Ücra bölgelerde sağlık hizmetlerine erişim genellikle zordur. 2. Die Wissenschaftler reisten in eine entlegene Region, um seltene Tierarten zu erforschen. Bilim insanları nadir hayvan türlerini araştırmak için uzak bir bölgeye seyahat etti. 3. Die entlegenen Regionen des Landes sind wirtschaftlich kaum erschlossen. Ülkenin ücra bölgeleri ekonomik olarak neredeyse gelişmemiştir. 4. In entlegenen Regionen fehlt es oft an Infrastruktur wie Straßen oder Internet. Uzak bölgelerde genellikle yol veya internet gibi altyapı eksikliği vardır. 5. Die Hilfsorganisation brachte Nahrungsmittel in entlegene Regionen, die vom Hochwasser betroffen waren. Yardım kuruluşu, selden etkilenen ücra bölgelere yiyecek ulaştırdı. ⸻
69
eine Auszeit nehmen
eine Auszeit nehmen ⸻ Türkçesi: • ara vermek • kısa bir mola almak • dinlenmek için zaman ayırmak ⸻ İngilizcesi: • to take a break • to take time off • to take a time-out • to take a sabbatical ⸻ Almanca Benzer Anlamlılar (Synonyme): • eine Pause machen • sich eine Pause gönnen • ausspannen Zıt Anlamlılar (Antonyme): • durcharbeiten • weitermachen • ohne Unterbrechung arbeiten ⸻ C1 Düzeyinde 5 Örnek Cümle: 1. Nach Jahren harter Arbeit hat sie beschlossen, eine Auszeit zu nehmen. Yıllarca sıkı çalıştıktan sonra ara vermeye karar verdi. 2. Viele Menschen nehmen sich eine Auszeit, um zu reisen und neue Erfahrungen zu sammeln. Pek çok insan seyahat etmek ve yeni deneyimler kazanmak için ara verir. 3. Er hat sich eine berufliche Auszeit genommen, um sich um seine Familie zu kümmern. Ailesiyle ilgilenebilmek için mesleki bir ara aldı. 4. In stressigen Zeiten ist es wichtig, sich bewusst eine Auszeit zu nehmen. Stresli zamanlarda bilinçli olarak ara vermek önemlidir. 5. Manche Menschen nehmen eine Auszeit, um sich neu zu orientieren oder weiterzubilden. Bazı insanlar yeniden yön bulmak veya kendilerini geliştirmek için ara verir. ⸻
70
mit Zeit umgehen
mit Zeit umgehen ⸻ Türkçesi: • zamanı kullanmak / zamanla başa çıkmak / zamanı idare etmek ⸻ İngilizcesi: • to manage time • to deal with time • to handle time wisely ⸻ Almanca Benzer Anlamlılar: • Zeit einteilen • Zeit managen • mit der Zeit haushalten ⸻ Almanca Zıt Anlamlılar: • Zeit verschwenden (zamanı boşa harcamak) • Zeit vergeuden ⸻ C1 Düzeyinde 5 Örnek Cümle: 1. Wer erfolgreich sein will, muss lernen, effektiv mit seiner Zeit umzugehen. Başarılı olmak isteyen kişi, zamanını etkili kullanmayı öğrenmelidir. 2. Studierende haben oft Schwierigkeiten, mit ihrer Zeit sinnvoll umzugehen. Öğrenciler genellikle zamanlarını verimli kullanmakta zorlanırlar. 3. Der Kurs hilft den Teilnehmenden, besser mit Zeitdruck umzugehen. Kurs, katılımcıların zaman baskısıyla daha iyi başa çıkmalarına yardımcı olur. 4. Es ist eine Kunst, mit begrenzter Zeit produktiv umzugehen. Sınırlı zamanla verimli çalışmak bir sanattır. 5. Sie hat gelernt, mit ihrer Zeit diszipliniert umzugehen, um Beruf und Familie zu vereinbaren. İş ve aileyi dengeleyebilmek için zamanını disiplinli kullanmayı öğrendi. ⸻