Unıt 2 Flashcards

(56 cards)

1
Q

Addict (Noun) /ˈædɪkt/ - /a-dikt/
He is a video game addict who spends hours playing every day.

Addiction (Noun) /əˈdɪkʃən/ - /ı-dik-şın/
Her addiction to social media affects her productivity.

Addictive (Adjective) /əˈdɪktɪv/ - /ı-dik-tiv/
Some mobile games can be incredibly addictive.

A

Bağımlı
Her gün saatlerce oyun oynayan bir video oyunu bağımlısı.

Bağımlılık
Sosyal medyaya olan bağımlılığı, üretkenliğini etkiliyor.

Bağımlılık Yapan
Bazı mobil oyunlar inanılmaz derecede bağımlılık yapabilir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
2
Q

Appearance (Noun) /əˈpɪərəns/ - /ı-pi-rıns/
Her appearance at the party surprised everyone.

Apparent (Adjective) /əˈpærənt/ - /ı-pe-rınt/
The reason for his decision was apparent to everyone.

Apparently (Adverb) /əˈpærəntli/ - /ı-pe-rınt-li/
Apparently, he forgot about the meeting.

A

Görünüş, Belirme
Partideki görünüşü herkesi şaşırttı.

Belli, Açık
Kararının nedeni herkes için belliydi.

Görünüşe Göre
Görünüşe göre toplantıyı unuttu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
3
Q

Assume (Verb) /əˈsjuːm/ - /ı-syum/
I assume he will arrive on time for the meeting.

Assumption (Noun) /əˈsʌmpʃən/ - /ı-samp-şın/ ABOUT
Her assumption about the project was incorrect.

A

Varsaymak
Toplantıya zamanında geleceğini varsayıyorum.

Varsayım
Proje hakkındaki varsayımı yanlıştı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
4
Q

Attract (Verb) /əˈtrækt/ - /ı-trekt/
Bright colors often attract attention.

Attraction (Noun) /əˈtrækʃən/ - /ı-trek-şın/
The Eiffel Tower is a popular tourist attraction.

Attractive (Adjective) /əˈtræktɪv/ - /ı-trek-tiv/
She has an attractive personality.

Attractively (Adverb) /əˈtræktɪvli/ - /ı-trek-tiv-li/
The room was attractively decorated with fresh flowers.

A

Çekmek
Canlı renkler genellikle dikkati çeker.

Çekim, Çekicilik
Eyfel Kulesi, popüler bir turist cazibe merkezidir.

Çekici
Çekici bir kişiliğe sahip.

Çekici Bir Şekilde
Oda, taze çiçeklerle çekici bir şekilde dekore edilmişti.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
5
Q

Corporation (Noun) /ˌkɔːpəˈreɪʃən/ - /kor-pı-rey-şın/
The corporation is planning to expand its operations overseas.

Corporate (Adjective) /ˈkɔːpərət/ - /kor-pı-rıt/
She works in the corporate sector as a financial analyst.

A

Şirket, Kuruluş
Şirket, yurt dışındaki faaliyetlerini genişletmeyi planlıyor.

Şirketle İlgili, Kurumsal
Kurumsal sektörde finansal analist olarak çalışıyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
6
Q

Counter (Noun/Verb) /ˈkaʊntə/ - /kaun-tır/
He placed the groceries on the kitchen counter. (Noun)
She tried to counter his argument with solid evidence. (Verb)

A

Tezgah, Karşılık Vermek
Market alışverişini mutfak tezgahına koydu.
Onun argümanına sağlam kanıtlarla karşılık vermeye çalıştı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
7
Q

Dominate (Verb) /ˈdɒmɪneɪt/ - /do-mi-neyt/
He tends to dominate every conversation.

Dominance (Noun) /ˈdɒmɪnəns/ - /do-mi-nıns/ OVER
The dominance of technology in modern life is undeniable.

Dominant (Adjective) /ˈdɒmɪnənt/ - /do-mi-nınt/
She has a dominant personality that stands out in every group.

A

Hakim Olmak, Baskın Gelmek
Her konuşmada baskın olma eğiliminde.

Hakimiyet
Modern yaşamda teknolojinin hakimiyeti inkar edilemez.

Baskın, Hakim
Her grupta öne çıkan baskın bir kişiliğe sahip.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
8
Q

Essential (Adjective) /ɪˈsɛnʃəl/ - /i-sen-şıl/ TO FOR
Water is essential for survival.
to for
Essentially (Adverb) /ɪˈsɛnʃəli/ - /i-sen-şı-li/
Essentially, the problem lies in communication.

A

Gerekli, Temel
Su, hayatta kalmak için gereklidir.

Aslında, Esasen
Aslında sorun iletişimde yatıyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
9
Q

Function (Noun/Verb) /ˈfʌŋkʃən/ - /fank-şın/ OF
The primary function of this device is to save energy. (Noun)
Without proper maintenance, the machine will not function efficiently. (Verb)

Functional (Adjective) /ˈfʌŋkʃənəl/ - /fank-şın-ıl/
The new office design is both functional and modern.

Functionally (Adverb) /ˈfʌŋkʃənəli/ - /fank-şın-ı-li/
Functionally, this tool meets all the requirements.

A

İşlev, Çalışmak
Bu cihazın temel işlevi enerji tasarrufu sağlamaktır. (İsim)
Düzgün bakım yapılmazsa, makine verimli çalışmaz. (Fiil)

İşlevsel
Yeni ofis tasarımı hem işlevsel hem de modern.

İşlevsel Olarak
Bu araç işlevsel olarak tüm gereksinimleri karşılıyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
10
Q

Distinction (Noun) /dɪˈstɪŋkʃən/ - /di-stink-şın/
There is a clear distinction between fact and opinion.

Distinct (Adjective) /dɪˈstɪŋkt/ - /di-stinkt/
The two flavors have distinct tastes.

Distinctive (Adjective) /dɪˈstɪŋktɪv/ - /di-stink-tiv/
The artist is known for his distinctive style.

A

Ayrım, Fark
Gerçek ile görüş arasında net bir ayrım vardır.

Belirgin, Açık
İki tat arasında belirgin bir fark var.

Kendine Özgü
Sanatçı, kendine özgü tarzıyla tanınır.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
11
Q

Generation (Noun) /ˌdʒɛnəˈreɪʃən/ - /cen-ı-rey-şın/
This technology is popular among the younger generation.

A

Nesil
Bu teknoloji, genç nesil arasında popüler.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
12
Q

Impact (Noun/Verb) /ˈɪmpækt/ - /ım-pekt/ ON
The new law will have a significant impact on the economy. (Noun)
The speech impacted the audience deeply. (Verb)
on
Impactful (Adjective) /ɪmˈpæktfʊl/ - /ım-pek-tfıl/
Her speech was powerful and impactful.

A

Etkililik, Tesir
Yeni yasa, ekonomi üzerinde önemli bir etki yaratacak. (İsim)
Konuşma, dinleyiciyi derinden etkiledi. (Fiil)

Etkili
Onun konuşması güçlü ve etkiliydi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
13
Q

Insight (Noun) /ˈɪnsaɪt/ - /ın-sayt/
The book provides valuable insight into human behavior.
into

A

İçgörü, Anlayış
Kitap, insan davranışına dair değerli bir içgörü sunuyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
14
Q

Invest (Verb) /ɪnˈvɛst/ - /in-vest/
He plans to invest in real estate next year.
in
Investment (Noun) /ɪnˈvɛstmənt/ - /in-vest-mınt/
Their recent investment in technology paid off.

Investor (Noun) /ɪnˈvɛstər/ - /in-ves-tır/
The investor is looking for promising startups.

A

Yatırım Yapmak
Gelecek yıl gayrimenkule yatırım yapmayı planlıyor.

Yatırım
Teknolojiye yapılan son yatırım karşılığını verdi.

Yatırımcı
Yatırımcı, umut veren girişim arayışında.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
15
Q

Manipulate (Verb) /məˈnɪpjʊleɪt/ - /mə-nip-yu-leyt/
He tried to manipulate the situation to his advantage.

Manipulation (Noun) /məˌnɪpjʊˈleɪʃən/ - /mə-nip-yu-ley-şın/
Her manipulation of the facts was unethical.

Manipulator (Noun) /məˈnɪpjʊleɪtə/ - /mə-nip-yu-ley-tır/
He is known as a skilled manipulator in business.

Manipulative (Adjective) /məˈnɪpjʊlətɪv/ - /mə-nip-yu-lə-tiv/
Her manipulative behavior made it difficult to trust her.

A

Manipüle Etmek
Durumu kendi lehine manipüle etmeye çalıştı.

Manipülasyon
Gerçekleri manipüle etmesi etik dışıydı.

Manipülatör
İş dünyasında yetenekli bir manipülatör olarak tanınıyor.

Manipülatif
Onun manipülatif davranışları, ona güvenmeyi zorlaştırdı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
16
Q

Obsess (Verb) /əbˈsɛs/ - /əb-ses/
He tends to obsess over small details.
By with
Obsession (Noun) /əbˈsɛʃən/ - /əb-se-şın/
Her obsession with cleanliness made her very particular about her home.

A

Takıntı Yapmak
Küçük detaylar üzerinde takıntı yapma eğiliminde.

Takıntı
Temizlik takıntısı, evine çok titiz olmasına neden oldu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
17
Q

Promote (Verb) /prəˈmoʊt/ - /prı-mout/
The company plans to promote the new product next month.
to
Promotion (Noun) /prəˈmoʊʃən/ - /prı-mo-şın/
She received a promotion after working hard for several years.

Promoted (Adjective/Verb) /prəˈmoʊtɪd/ - /prı-mou-tıd/
He was promoted to manager after his excellent performance.

A

Tanıtmak, Desteklemek
Şirket, yeni ürünü gelecek ay tanıtmaya karar verdi.

Terfi
Birkaç yıl boyunca çok çalıştıktan sonra terfi aldı.

Terfi Ettirilmiş
Mükemmel performansı sonrası yönetici olarak terfi ettirildi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
18
Q

Resist (Verb) /rɪˈzɪst/ - /rı-zist/
She tried to resist the temptation to eat the chocolate.

Resistance (Noun) /rɪˈzɪstəns/ - /rı-zis-tıns/ TO FROM
The resistance to the new policy grew stronger over time.

Resistant (Adjective) /rɪˈzɪstənt/ - /rı-zis-tınt/
This material is resistant to heat and moisture.

A

Karşı Durmak, Direnmek
Çikolatayı yeme arzusuna karşı koymaya çalıştı.

Direnç
Yeni politikaya karşı direnç zamanla arttı.

Dirençli
Bu malzeme ısıya ve neme karşı dirençlidir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
19
Q

Satisfy (Verb) /ˈsætɪsfaɪ/ - /sa-tıs-fay/
The meal did not satisfy his hunger.

Satisfaction (Noun) /ˌsætɪsˈfækʃən/ - /sa-tıs-fak-şın/
She smiled with satisfaction after completing the project.

Satisfactory (Adjective) /ˌsætɪsˈfæktəri/ - /sa-tıs-fak-tı-ri/
His performance was satisfactory, but he can do better.

Unsatisfactory (Adjective) /ˌʌnsætɪsˈfæktəri/ - /an-sa-tıs-fak-tı-ri/
The service at the restaurant was unsatisfactory.

Satisfactorily (Adverb) /ˌsætɪsˈfæktərəli/ - /sa-tıs-fak-tı-ral-li/
The task was completed satisfactorily, although a few errors remained.

Unsatisfactorily (Adverb) /ˌʌnsætɪsˈfæktərəli/ - /an-sa-tıs-fak-tı-ra-li/
The project was carried out unsatisfactorily, and many improvements were needed.

A

Tatmin Etmek
Yemek, açlığını tatmin etmedi.

Memnuniyet
Projeyi tamamladıktan sonra memnuniyetle gülümsedi.

Tatmin Edici
Onun performansı tatmin ediciydi ama daha iyisini yapabilir.

Tatmin Edici Olmayan
Restorandaki hizmet tatmin edici değildi.

Tatmin Edici Bir Şekilde
Görev tatmin edici bir şekilde tamamlandı, ancak birkaç hata kaldı.

Tatmin Edici Olmayan Bir Şekilde
Proje tatmin edici bir şekilde yapılmadı ve birçok iyileştirme yapılması gerekti.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
20
Q

Acquire (Verb) /əˈkwaɪə(r)/ - /ə-kway-ı(r)/
She managed to acquire a rare book for her collection.

Acquisition (Noun) /ˌakwɪˈzɪʃən/ - /ak-wı-zı-şın/
The company’s latest acquisition was a major competitor.

A

Elde Etmek, Kazanmak
Koleksiyonu için nadir bir kitap edinmeyi başardı.

Edinim, Satın Alma
Şirketin son edinimi büyük bir rakipti.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
21
Q

Assist (Verb) /əˈsɪst/ - /ə-sist/
Can you assist me with my homework?
WİTH
Assistance (Noun) /əˈsɪstəns/ - /ə-sis-tıns/
She offered her assistance in organizing the event.

Assistant (Noun) /əˈsɪstənt/ - /ə-sis-tınt/
He works as an assistant in the marketing department.

A

Yardım Etmek
Bana ödevimde yardımcı olabilir misin?

Yardım
Etkinliği organize etmede yardımlarını sundu.

Asistan
Pazarlama departmanında asistan olarak çalışıyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
22
Q

Bias (Noun) /ˈbaɪəs/ - /bay-əs/
The journalist was accused of showing bias in his reporting.
AGAINST
Biased (Adjective) /ˈbaɪəst/ - /bay-ıst/
Her opinion was biased because she is friends with the candidate.
bias against

A

Önyargı
Gazeteci, raporlamasında önyargı göstermekle suçlandı.

Önyargılı
Onun görüşü, adayla arkadaşı olduğu için önyargılıydı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
23
Q

Chaos (Noun) /ˈkeɪɒs/ - /key-oss/
The city was in complete chaos after the storm.

Chaotic (Adjective) /keɪˈɒtɪk/ - /key-ot-ik/
The traffic was chaotic during rush hour.

A

Kaos
Fırtına sonrası şehir tam anlamıyla kaosa dönüştü.

Kaotik
Yoğun saatlerde trafik kaotik hale geldi.

24
Q

Commerce (Noun) /ˈkɒmɜːs/ - /kom-ırs/
He studied commerce at university before starting his business.

Commercial (Adjective) /kəˈmɜːʃəl/ - /kı-mör-şıl/
The commercial success of the product was remarkable.

Commercial (Noun) /kəˈmɜːʃəl/ - /kı-mör-şıl/
She appeared in a commercial for a popular brand.

Commercially (Adverb) /kəˈmɜːʃəli/ - /kı-mör-şıl-li/
The product was commercially successful and widely distributed.

A

Ticaret
İşine başlamadan önce üniversitede ticaret okudu.

Ticari
Ürünün ticari başarısı dikkat çekiciydi.

Reklam
Popüler bir marka için bir reklama çıktı.

Ticari Olarak
Ürün ticari olarak başarılı oldu ve geniş çapta dağıtıldı.

25
Confuse (Verb) /kənˈfjuːz/ - /kən-fyooz/ The complicated instructions confused me. WİTH IN Confusion ABOUT (Noun) /kənˈfjuːʒən/ - /kən-fyoo-zhın/ There was confusion over the new schedule. Confusing (Adjective) /kənˈfjuːzɪŋ/ - /kən-fyoo-zing/ The map was confusing and hard to follow. Confused ABOUT (Adjective) /kənˈfjuːzd/ - /kən-fyoozd/ I was confused by the unexpected turn of events
Karıştırmak, Kafasını Karıştırmak Karmaşık talimatlar beni karıştırdı. Karmaşa Yeni takvimle ilgili karmaşa vardı. Karmaşık Harita karmaşıktı ve takip etmesi zordu. Kafası Karışmış Beklenmedik olaylar beni kafamı karıştırdı.
26
Consider (Verb) /kənˈsɪdə(r)/ - /kın-sı-dır/ You should consider all the options before making a decision. Reconsider (Verb) /ˌriːkənˈsɪdə(r)/ - /ree-kın-sı-dır/ She decided to reconsider her offer after hearing his response. Consideration (Noun) /kənˌsɪdəˈreɪʃən/ - /kın-sı-de-re-şın/ You should take their feelings into consideration when making the decision. Reconsideration (Noun) /ˌriːkənˌsɪdəˈreɪʃən/ - /ree-kın-sı-de-re-şın/ After much reconsideration, he agreed to join the team.
Düşünmek, Göz Önünde Bulundurmak Karar vermeden önce tüm seçenekleri göz önünde bulundurmalısın. Tekrar Düşünmek Yanıtını duyduktan sonra teklifini yeniden değerlendirmeye karar verdi. Düşünme, Göz Önünde Bulundurma Karar verirken onların duygularını göz önünde bulundurmalısın. Yeniden Değerlendirme Birçok yeniden değerlendirmeden sonra takıma katılmaya karar verdi.
27
Criticize (Verb) /ˈkrɪtɪsaɪz/ - /krı-tı-saız/ It's easy to criticize others, but we should focus on improving ourselves. FOR Criticism (Noun) /ˈkrɪtɪsɪzəm/ - /krı-tı-sız-ım/ His criticism of the project was harsh but constructive. Critical (Adjective) /ˈkrɪtɪkəl/ - /krı-tı-kıl/ She was in critical condition after the accident. Critically (Adverb) /ˈkrɪtɪkli/ - /krı-tık-li/ He critically analyzed the data before making any conclusions.
Eleştirmek Başkalarını eleştirmek kolaydır, ama kendimizi geliştirmeye odaklanmalıyız. Eleştiri Proje hakkındaki eleştirisi sert ama yapıcıydı. Kritik Kaza sonrası kritik durumdaydı. Eleştirel Olarak Herhangi bir sonuca varmadan önce verileri eleştirel olarak analiz etti.
28
Distinguish (Verb) /dɪsˈtɪŋɡwɪʃ/ - /dıs-tıng-wısh/ She could easily distinguish between the two types of fabric. FROM Distinguished (Adjective) /dɪsˈtɪŋɡwɪʃt/ - /dıs-tıng-wısht/ The distinguished scientist received numerous awards throughout his career.
Ayırt Etmek O, iki kumaş türünü kolayca ayırt edebiliyordu. Seçkin Seçkin bilim insanı, kariyeri boyunca sayısız ödül aldı.
29
Grant (Verb) /ɡrɑːnt/ - /grant/ The university will grant scholarships to the top students. TO Grant (Noun) /ɡrɑːnt/ - /grant/ She received a grant to support her research project.
Bağışlamak, Vermek Üniversite, en başarılı öğrencilere burs verecek. Bağış, Hibe Araştırma projesini desteklemek için bir hibe aldı.
30
Ignore (Verb) /ɪɡˈnɔːr/ - /ig-nor/ She chose to ignore the rumors and focus on her work. Ignorance (Noun) /ˈɪɡnərəns/ - /ig-nır-ıns/ His about the subject was clear during the discussion. Ignorant (Adjective) /ˈɪɡnərənt/ - /ig-nır-ınt/ OF ABOUT She felt ignorant about the latest technology trends.
Göz Ardı Etmek Dedikoduları göz ardı edip işine odaklanmayı seçti. Cahillik Konu hakkında cahilliği, tartışma sırasında belirgindi. Cahil Son teknoloji trendleri hakkında cahil hissetti.
31
Imply (Verb) /ɪmˈplaɪ/ - /ım-plai/ His words seemed to imply that he was unhappy with the decision. Implication (Noun) /ˌɪmplɪˈkeɪʃən/ - /ım-pli-ke-şın/ OF The implication of his actions was that he wanted to leave the team. Implicit (Adjective) /ɪmˈplɪsɪt/ - /ım-plis-ıt/ There was an implicit trust between the two partners, even without verbal agreements.
İma Etmek Sözleri, kararından memnun olmadığına işaret ediyordu. İma, Çıkan Sonuç Hareketlerinin ima ettiği şey, takımdan ayrılmak istediğiydi. Dolaylı, Gizli İki ortak arasında, sözlü anlaşmalar olmasa da dolaylı bir güven vardı.
32
Flexibility (Noun) /ˌflɛksɪˈbɪləti/ - /flek-si-bıl-i-ti/ The flexibility of the schedule allows us to make changes if necessary. Flexible (Adjective) /ˈflɛksɪbəl/ - /flek-sı-bıl/ ABOUT She has a flexible work schedule, which allows her to balance work and personal life. Inflexible (Adjective) /ɪnˈflɛksɪbəl/ - /in-flek-sı-bıl/ His inflexible attitude made it difficult to negotiate a compromise. Flexibly (Adverb) /ˈflɛksəbli/ - /flek-sı-bli/ They need to work flexibly to meet the project deadlines.
Esneklik Programın esnekliği, gerekirse değişiklik yapmamıza olanak tanıyor. Esnek Esnek bir çalışma programı var, bu da iş ve kişisel yaşamı dengelemesine yardımcı oluyor. Esnek Olmayan Onun esnek olmayan tavrı, bir uzlaşma sağlanmasını zorlaştırdı. Esnek Olarak Projeye ait son teslim tarihlerine uymak için esnek çalışmaları gerekiyor.
33
Legality (Noun) /lɪˈɡæləti/ - /li-gal-i-ti/ The legality of the contract was questioned by the lawyers. Legal (Adjective) /ˈliːɡəl/ - /li-gıl/ It is legal to drive with a valid license in most countries. Illegal (Adjective) /ɪˈliːɡəl/ - /i-li-gıl/ It is illegal to park in this area without a permit. Legally (Adverb) /ˈliːɡəli/ - /li-gı-ı-li/ The company operates legally under the laws of the country. Illegally (Adverb) /ɪˈliːɡəli/ - /i-li-gı-ı-li/ He was caught for driving illegally without a license.
Yasal Olma Durumu Sözleşmenin yasal olup olmadığı avukatlar tarafından sorgulandı. Yasal Çoğu ülkede geçerli bir ehliyetle araba sürmek yasaldır. Yasadışı Bu alanda ruhsat olmadan park etmek yasadışıdır. Yasal Olarak Şirket, ülkenin yasalarına uygun olarak yasal olarak faaliyet göstermektedir. Yasadışı Olarak Ehliyetsiz araba kullanırken yasadışı bir şekilde yakalandı.
34
Manufacture (Verb) /ˌmænəˈfækʧər/ - /man-ı-fak-çır/ The company manufactures electronic devices for global markets. Manufacture (Noun) /ˌmænəˈfækʧər/ - /man-ı-fak-çır/ The manufacture of cars requires advanced technology and skilled workers. Manufacturer (Noun) /ˌmænəˈfækʧərər/ - /man-ı-fak-çır-ır/ The manufacturer is known for producing high-quality appliances.
Üretmek Şirket, küresel pazarlar için elektronik cihazlar üretiyor. Üretim Araba üretimi, ileri teknoloji ve yetenekli işçiler gerektirir. Üretici Üretici, yüksek kaliteli ev aletleri üretmesiyle tanınır.
35
Neatness (Noun) /ˈniːtnəs/ - /niit-nıs/ Her desk is always tidy, and the neatness of her workspace is impressive. Neat (Adjective) /niːt/ - /niit/ He has a neat appearance, always dressed in a well-pressed suit. Neatly (Adverb) /ˈniːtli/ - /niit-li/ She arranged the books neatly on the shelf according to their sizes.
Düzenlilik Masası her zaman düzenlidir ve çalışma alanındaki düzenlilik etkileyicidir. Düzenli Düzenli bir görünümü var, her zaman iyi ütülenmiş bir takım elbise giyer. Düzenli Bir Şekilde Kitapları, boyutlarına göre rafta düzenli bir şekilde yerleştirdi.
36
Obtain (Verb) /əbˈteɪn/ - /əb-teyn/ You can obtain the necessary information by visiting the official website.
Elde Etmek Gerekli bilgiyi resmi web sitesini ziyaret ederek elde edebilirsin.
37
Protect (Verb) /prəˈtɛkt/ - /prı-tek-t/ FROM AGAINST Wearing a helmet can protect you from head injuries while cycling. Protection (Noun) /prəˈtɛkʃən/ - /prı-tek-şın/ The new law provides protection against identity theft. from/against Protective (Adjective) /prəˈtɛktɪv/ - /prı-tek-tiv/ She has a protective attitude toward her younger siblings. Protectively (Adverb) /prəˈtɛktɪvli/ - /prı-tek-tiv-li/ He held her protectively as they walked through the crowd.
Koruma Kask takmak, bisiklet sürerken baş yaralanmalarından korunmanı sağlar. Koruma Yeni yasa, kimlik hırsızlığına karşı koruma sağlar. Koruyucu Küçük kardeşlerine karşı koruyucu bir tavrı var. Koruyucu Bir Şekilde Kalabalıkta yürürken onu koruyucu bir şekilde tuttu.
38
Purchase (Verb) /ˈpɜːtʃəs/ - /pör-çıs/ You can purchase tickets online for the concert. Purchase (Noun) /ˈpɜːtʃəs/ - /pör-çıs/ The purchase of new equipment will improve the quality of our work.
Satın Almak Konser için biletleri çevrimiçi satın alabilirsin. Satın Alma Yeni ekipman satın almak, işimizin kalitesini artıracaktır.
39
Recognize (Verb) /ˈrɛkəɡnaɪz/ - /rek-ıg-naız/ AS I didn't recognize him at first because he had changed so much. Recognition (Noun) /ˌrɛkəɡˈnɪʃən/ - /rek-ıg-nı-şın/ She received recognition for her hard work and dedication. Recognizable (Adjective) /ˈrɛkəɡnaɪzəbl/ - /rek-ıg-naız-ıbıl/ His face was so recognizable that everyone turned to look when he entered the room.
Tanımak Başlangıçta onu tanımadım çünkü çok değişmişti. Tanınma Sıkı çalışması ve özverisi için tanınma aldı. Tanınabilir Yüzü o kadar tanınabilirdi ki odaya girdiğinde herkes dönüp baktı.
40
Respect (Verb) /rɪˈspɛkt/ - /ri-spekt/ FOR You should respect the opinions of others, even if you disagree. Respect (Noun) /rɪˈspɛkt/ - /ri-spekt/ His respect for his teachers was evident in his behavior. Respectful (Adjective) /rɪˈspɛktfl/ - /ri-spekt-fıl/ She gave a respectful reply to the criticism. Disrespectful (Adjective) /ˌdɪsrɪˈspɛktfʊl/ - /dis-ri-spekt-fıl/ His behavior was disrespectful to his colleagues. Respectable (Adjective) /rɪˈspɛktəbl/ - /ri-spekt-ıbıl/ He comes from a respectable family with a long history of community service. Respectfully (Adverb) /rɪˈspɛktfəli/ - /ri-spekt-fı-li/ She respectfully disagreed with the proposal, offering alternative suggestions.
Saygı Göstermek Başkalarının görüşlerine saygı göstermelisin, hatta onlarla aynı fikirde olmasan bile. Saygı Öğretmenlerine duyduğu saygı, davranışlarında açıkça görülüyordu. Saygılı Eleştiriye saygılı bir şekilde cevap verdi. Saygısız Davranışları, iş arkadaşlarına saygısızdı. Saygıdeğer Uzun bir toplumsal hizmet geçmişine sahip saygıdeğer bir aileden geliyor. Saygılı Bir Şekilde Öneriye saygılı bir şekilde karşı çıktı ve alternatif öneriler sundu.
41
Require (Verb) /rɪˈkwaɪə(r)/ - /rı-kwai-ı(r)/ This job requires a lot of experience and dedication. Requirement (Noun) /rɪˈkwaɪə(r)mənt/ - /rı-kwai-ı-mınt/ One of the main requirements for the course is a background in science. Required (Adjective) /rɪˈkwaɪə(r)d/ - /rı-kwai-ıd/ All students are required to submit their assignments by Friday.
Gerektirmek Bu iş, çok deneyim ve özveri gerektiriyor. Gereksinim Kursun ana gereksinimlerinden biri, bilim alanında bir geçmişe sahip olmaktır. Gerekli Tüm öğrenciler, ödevlerini Cuma gününe kadar teslim etmek zorundadır.
42
Separate (Verb) /ˈsɛpəreɪt/ - /sep-ı-reyt/ They decided to separate the items into different categories. FROM Separation (Noun) /ˌsɛpəˈreɪʃən/ - /sep-ı-rey-şın/ The separation of the two companies took place over several months. Separate (Adjective) /ˈsɛpərət/ - /sep-ı-rıt/ They work in separate offices to avoid distractions. Separable (Adjective) /ˈsɛpərəbəl/ - /sep-ı-rı-bıl/ These two tasks are separable and can be done individually. Inseparable (Adjective) /ɪnˈsɛpərəbəl/ - /in-sep-ı-rı-bıl/ They have been inseparable friends since childhood. Separately (Adverb) /ˈsɛpərətli/ - /sep-ı-rıt-li/ Please place the items separately on the table.
Ayrılaştırmak Eşyaları farklı kategorilere ayırmaya karar verdiler. Ayrılma İki şirketin ayrılması birkaç ay sürdü. Ayrı Dikkat dağılmasın diye ayrı ofislerde çalışıyorlar. Ayrılabilir Bu iki görev ayrı yapılabilir ve bireysel olarak tamamlanabilir. Ayrılmaz Çocukluktan beri ayrılmaz dostlardır. Ayrı Olarak Lütfen eşyaları masanın üzerinde ayrı bir şekilde yerleştirin.
43
Stimulate (Verb) /ˈstɪmjʊleɪt/ - /stim-yu-leyt/ The new advertisement is designed to stimulate consumer interest. Stimulation (Noun) /ˌstɪmjʊˈleɪʃən/ - /stim-yu-ley-şın/ Physical exercise provides mental stimulation and improves mood. Stimulating (Adjective) /ˈstɪmjʊleɪtɪŋ/ - /stim-yu-ley-ting/ The professor gave a stimulating lecture that encouraged critical thinking.
Uyarmak Yeni reklam, tüketici ilgisini uyandırmak için tasarlanmıştır. Uyarılma Fiziksel egzersiz, zihinsel uyarılma sağlar ve ruh halini iyileştirir. Uyarıcı Profesör, eleştirel düşünmeyi teşvik eden uyarıcı bir ders verdi.
44
Adequacy (Noun) /ˈædɪkwəsi/ - /ad-ı-kwı-si/ The adequacy of the supplies was questioned during the crisis. Adequate (Adjective) /ˈædɪkwət/ - /ad-ı-kwıt/ FOR The room is adequate for our needs, but it's not very spacious. Inadequate (Adjective) /ɪnˈædɪkwət/ - /in-ad-ı-kwıt/ The resources available for the project were inadequate. Adequately (Adverb) /ˈædɪkwətli/ - /ad-ı-kwıt-li/ She answered the questions adequately, demonstrating her understanding.
Yeterlilik Krizin ortasında malzemelerin yeterliliği sorgulandı. Yeterli Oda, ihtiyaçlarımız için yeterli ama çok geniş değil. Yetersiz Proje için mevcut olan kaynaklar yetersizdi. Yeterli Bir Şekilde Soruları yeterli bir şekilde yanıtladı ve anlayışını gösterdi.
45
Allocate (Verb) /ˈæləkeɪt/ - /al-ı-keyt/ FOR TO The company decided to allocate more resources to the research department. Allocation (Noun) /ˌæləˈkeɪʃən/ - /al-ı-ke-şın/ The allocation of funds was carefully planned to fairness.
Tahsis Etmek Şirket, araştırma departmanına daha fazla kaynak tahsis etmeye karar verdi. Tahsisat Fonların tahsisi, adaleti sağlamak için dikkatlice planlandı.
46
Accuracy (Noun) /ˈækjʊrəsi/ - /ak-yu-rı-si/ OF The accuracy of the data is crucial for the success of the project. Accurate (Adjective) /ˈækjʊrət/ - /ak-yu-rıt/ The report provided an accurate analysis of the market trends. Accurately (Adverb) /ˈækjʊrətli/ - /ak-yu-rıt-li/ She answered the questions accurately, providing clear explanations.
Doğruluk Verilerin doğruluğu, projenin başarısı için çok önemlidir. Doğru Rapor, piyasa trendlerinin doğru bir analizini sundu. Doğru Bir Şekilde Soruları doğru bir şekilde yanıtladı ve net açıklamalar yaptı.
47
Charge (Verb) /ʧɑːrdʒ/ - /çar-c/ She was asked to charge the phone before the meeting. WİTH OF FOR Charge (Noun) /ʧɑːrdʒ/ - /çar-c/ The charge for the service is $50 per hour.
Şarj Etmek Toplantıdan önce telefonu şarj etmesi istendi. Ücret Hizmetin ücreti saatte 50 dolardır.
48
Enhance (Verb) /ɪnˈhæns/ - /in-hans/ This new software will enhance the performance of the computer. Enhancement (Noun) /ɪnˈhænsmənt/ - /in-hans-mınt/ The enhancement of the design made the product more attractive. Enhanced (Adjective) /ɪnˈhɑːnst/ - /in-hanst/ The enhanced version of the app offers more features and better functionality.
Geliştirmek Bu yeni yazılım, bilgisayarın performansını geliştirecek. Geliştirme Tasarımın geliştirilmesi, ürünü daha çekici hale getirdi. Geliştirilmiş Uygulamanın geliştirilmiş sürümü daha fazla özellik ve daha iyi işlevsellik sunuyor.
49
Feature (Noun) /ˈfiːtʃər/ - /fi-çıır/ One of the key features of the phone is its long battery life. Feature (Verb) /ˈfiːtʃər/ - /fi-çıır/ The event will feature several prominent speakers.
Özellik Telefonun ana özelliklerinden biri uzun pil ömrüdür. Özellik Sunmak Etkinlik, birkaç önde gelen konuşmacıyı sunacak.
50
Impress (Verb) /ɪmˈprɛs/ - /im-pres/ WITH Her performance truly impressed the judges. Impression (Noun) /ɪmˈprɛʃən/ - /im-pre-şın/ The first impression of the new restaurant was quite positive. Impressed (Adjective) /ɪmˈprɛst/ - /im-prest/ He was really impressed by her ability to solve problems quickly. Impressive (Adjective) /ɪmˈprɛsɪv/ - /im-pre-siv/ The view from the top of the mountain was absolutely impressive. Impressively (Adverb) /ɪmˈprɛsɪvli/ - /im-pre-siv-li/ She delivered the speech impressively, captivating the audience.
Etkilemek Onun performansı gerçekten jüriyi etkiledi. İzlenim Yeni restoranın ilk izlenimi oldukça olumlu oldu. Etkilenmiş Sorunları hızlı bir şekilde çözme yeteneğiyle gerçekten etkilenmişti. Etkileyici Dağın zirvesinden manzara tamamen etkileyiciydi. Etkileyici Bir Şekilde Konuşmayı etkileyici bir şekilde sundu ve izleyiciyi büyüledi.
51
Incident (Noun) /ˈɪnsɪdənt/ - /in-sı-dınt/ The incident was reported to the police immediately after it happened. without Incidental (Adjective) /ˌɪnsɪˈdɛntəl/ - /in-sı-den-tıl/ Incidental costs were added to the final bill. Incidentally (Adverb) /ˌɪnsɪˈdɛntəli/ - /in-sı-den-tı-li/ Incidentally, I found the book you were looking for.
Olay Olay, hemen olduktan sonra polise bildirildi. Tesadüfi Tesadüfi masraflar nihai fatura eklenmiştir. Tesadüfen Tesadüfen, aradığın kitabı buldum.
52
Pretend (Verb) /prɪˈtɛnd/ - /pri-tend/ The children pretended to be superheroes during the game. Pretend (Adjective) /prɪˈtɛnd/ - /pri-tend/ It was just a pretend story, not based on real events.
Numara Yapmak Çocuklar, oyun sırasında süper kahraman gibi numara yaptılar. Hayali Bu sadece hayali bir hikayeydi, gerçek olaylara dayanmıyordu.
53
Structure (Noun) /ˈstrʌktʃər/ - /struk-çır/ The structure of the building was designed to withstand earthquakes. Structure (Verb) /ˈstrʌktʃər/ - /struk-çır/ The essay is well-structured and easy to follow. Structural (Adjective) /ˈstrʌktʃərəl/ - /struk-çır-ıl/ The structural integrity of the bridge was thoroughly tested.
Yapı Binanın yapısı, depremlere dayanacak şekilde tasarlandı. Yapılandırmak Makale iyi yapılandırılmış ve takip etmesi kolaydır. Yapısal Köprünün yapısal bütünlüğü detaylı bir şekilde test edildi.
54
Submit (Verb) /səbˈmɪt/ - /sıb-mıt/ You must submit the report by the end of the day. Submission (Noun) /səbˈmɪʃən/ - /sıb-mi-şın/ The deadline for the submission of the application is next Friday.
Teslim Etmek Raporu günün sonuna kadar teslim etmelisiniz. Teslim Başvuru için teslim tarihi gelecek Cuma günü.
55
Underestimate (Verb) /ˌʌndərˈɛstɪmeɪt/ - /an-dır-es-ti-meyt/ Don't underestimate her abilities; she's capable of great things. OF Underestimation (Noun) /ˌʌndərˈɛstɪˈmeɪʃən/ - /an-dır-es-ti-mey-şın/ His underestimation of the task led to its failure.
Küçümsemek Onun yeteneklerini küçümseme; büyük şeyler yapabilecek kapasiteye sahip. Küçümseme Görevin küçük görülmesi, başarısızlığa yol açtı.
56
Unjust (Adjective) /ʌnˈdʒʌst/ - /an-cast/ The decision to fire her was unjust, as she had done nothing wrong. Unjustly (Adverb) /ʌnˈdʒʌstli/ - /an-cast-li/ OF He was unjustly accused of a crime he didn't commit.
Adaletsiz Onu işten çıkarma kararı adaletsizdi, çünkü hiçbir yanlış yapmamıştı. Adaletsiz Bir Şekilde Suçsuz olduğu halde adaletsiz bir şekilde suçlandı.