Unıt 2 Flashcards
(56 cards)
Addict (Noun) /ˈædɪkt/ - /a-dikt/
He is a video game addict who spends hours playing every day.
Addiction (Noun) /əˈdɪkʃən/ - /ı-dik-şın/
Her addiction to social media affects her productivity.
Addictive (Adjective) /əˈdɪktɪv/ - /ı-dik-tiv/
Some mobile games can be incredibly addictive.
Bağımlı
Her gün saatlerce oyun oynayan bir video oyunu bağımlısı.
Bağımlılık
Sosyal medyaya olan bağımlılığı, üretkenliğini etkiliyor.
Bağımlılık Yapan
Bazı mobil oyunlar inanılmaz derecede bağımlılık yapabilir.
Appearance (Noun) /əˈpɪərəns/ - /ı-pi-rıns/
Her appearance at the party surprised everyone.
Apparent (Adjective) /əˈpærənt/ - /ı-pe-rınt/
The reason for his decision was apparent to everyone.
Apparently (Adverb) /əˈpærəntli/ - /ı-pe-rınt-li/
Apparently, he forgot about the meeting.
Görünüş, Belirme
Partideki görünüşü herkesi şaşırttı.
Belli, Açık
Kararının nedeni herkes için belliydi.
Görünüşe Göre
Görünüşe göre toplantıyı unuttu.
Assume (Verb) /əˈsjuːm/ - /ı-syum/
I assume he will arrive on time for the meeting.
Assumption (Noun) /əˈsʌmpʃən/ - /ı-samp-şın/ ABOUT
Her assumption about the project was incorrect.
Varsaymak
Toplantıya zamanında geleceğini varsayıyorum.
Varsayım
Proje hakkındaki varsayımı yanlıştı.
Attract (Verb) /əˈtrækt/ - /ı-trekt/
Bright colors often attract attention.
Attraction (Noun) /əˈtrækʃən/ - /ı-trek-şın/
The Eiffel Tower is a popular tourist attraction.
Attractive (Adjective) /əˈtræktɪv/ - /ı-trek-tiv/
She has an attractive personality.
Attractively (Adverb) /əˈtræktɪvli/ - /ı-trek-tiv-li/
The room was attractively decorated with fresh flowers.
Çekmek
Canlı renkler genellikle dikkati çeker.
Çekim, Çekicilik
Eyfel Kulesi, popüler bir turist cazibe merkezidir.
Çekici
Çekici bir kişiliğe sahip.
Çekici Bir Şekilde
Oda, taze çiçeklerle çekici bir şekilde dekore edilmişti.
Corporation (Noun) /ˌkɔːpəˈreɪʃən/ - /kor-pı-rey-şın/
The corporation is planning to expand its operations overseas.
Corporate (Adjective) /ˈkɔːpərət/ - /kor-pı-rıt/
She works in the corporate sector as a financial analyst.
Şirket, Kuruluş
Şirket, yurt dışındaki faaliyetlerini genişletmeyi planlıyor.
Şirketle İlgili, Kurumsal
Kurumsal sektörde finansal analist olarak çalışıyor.
Counter (Noun/Verb) /ˈkaʊntə/ - /kaun-tır/
He placed the groceries on the kitchen counter. (Noun)
She tried to counter his argument with solid evidence. (Verb)
Tezgah, Karşılık Vermek
Market alışverişini mutfak tezgahına koydu.
Onun argümanına sağlam kanıtlarla karşılık vermeye çalıştı.
Dominate (Verb) /ˈdɒmɪneɪt/ - /do-mi-neyt/
He tends to dominate every conversation.
Dominance (Noun) /ˈdɒmɪnəns/ - /do-mi-nıns/ OVER
The dominance of technology in modern life is undeniable.
Dominant (Adjective) /ˈdɒmɪnənt/ - /do-mi-nınt/
She has a dominant personality that stands out in every group.
Hakim Olmak, Baskın Gelmek
Her konuşmada baskın olma eğiliminde.
Hakimiyet
Modern yaşamda teknolojinin hakimiyeti inkar edilemez.
Baskın, Hakim
Her grupta öne çıkan baskın bir kişiliğe sahip.
Essential (Adjective) /ɪˈsɛnʃəl/ - /i-sen-şıl/ TO FOR
Water is essential for survival.
to for
Essentially (Adverb) /ɪˈsɛnʃəli/ - /i-sen-şı-li/
Essentially, the problem lies in communication.
Gerekli, Temel
Su, hayatta kalmak için gereklidir.
Aslında, Esasen
Aslında sorun iletişimde yatıyor.
Function (Noun/Verb) /ˈfʌŋkʃən/ - /fank-şın/ OF
The primary function of this device is to save energy. (Noun)
Without proper maintenance, the machine will not function efficiently. (Verb)
Functional (Adjective) /ˈfʌŋkʃənəl/ - /fank-şın-ıl/
The new office design is both functional and modern.
Functionally (Adverb) /ˈfʌŋkʃənəli/ - /fank-şın-ı-li/
Functionally, this tool meets all the requirements.
İşlev, Çalışmak
Bu cihazın temel işlevi enerji tasarrufu sağlamaktır. (İsim)
Düzgün bakım yapılmazsa, makine verimli çalışmaz. (Fiil)
İşlevsel
Yeni ofis tasarımı hem işlevsel hem de modern.
İşlevsel Olarak
Bu araç işlevsel olarak tüm gereksinimleri karşılıyor.
Distinction (Noun) /dɪˈstɪŋkʃən/ - /di-stink-şın/
There is a clear distinction between fact and opinion.
Distinct (Adjective) /dɪˈstɪŋkt/ - /di-stinkt/
The two flavors have distinct tastes.
Distinctive (Adjective) /dɪˈstɪŋktɪv/ - /di-stink-tiv/
The artist is known for his distinctive style.
Ayrım, Fark
Gerçek ile görüş arasında net bir ayrım vardır.
Belirgin, Açık
İki tat arasında belirgin bir fark var.
Kendine Özgü
Sanatçı, kendine özgü tarzıyla tanınır.
Generation (Noun) /ˌdʒɛnəˈreɪʃən/ - /cen-ı-rey-şın/
This technology is popular among the younger generation.
Nesil
Bu teknoloji, genç nesil arasında popüler.
Impact (Noun/Verb) /ˈɪmpækt/ - /ım-pekt/ ON
The new law will have a significant impact on the economy. (Noun)
The speech impacted the audience deeply. (Verb)
on
Impactful (Adjective) /ɪmˈpæktfʊl/ - /ım-pek-tfıl/
Her speech was powerful and impactful.
Etkililik, Tesir
Yeni yasa, ekonomi üzerinde önemli bir etki yaratacak. (İsim)
Konuşma, dinleyiciyi derinden etkiledi. (Fiil)
Etkili
Onun konuşması güçlü ve etkiliydi.
Insight (Noun) /ˈɪnsaɪt/ - /ın-sayt/
The book provides valuable insight into human behavior.
into
İçgörü, Anlayış
Kitap, insan davranışına dair değerli bir içgörü sunuyor.
Invest (Verb) /ɪnˈvɛst/ - /in-vest/
He plans to invest in real estate next year.
in
Investment (Noun) /ɪnˈvɛstmənt/ - /in-vest-mınt/
Their recent investment in technology paid off.
Investor (Noun) /ɪnˈvɛstər/ - /in-ves-tır/
The investor is looking for promising startups.
Yatırım Yapmak
Gelecek yıl gayrimenkule yatırım yapmayı planlıyor.
Yatırım
Teknolojiye yapılan son yatırım karşılığını verdi.
Yatırımcı
Yatırımcı, umut veren girişim arayışında.
Manipulate (Verb) /məˈnɪpjʊleɪt/ - /mə-nip-yu-leyt/
He tried to manipulate the situation to his advantage.
Manipulation (Noun) /məˌnɪpjʊˈleɪʃən/ - /mə-nip-yu-ley-şın/
Her manipulation of the facts was unethical.
Manipulator (Noun) /məˈnɪpjʊleɪtə/ - /mə-nip-yu-ley-tır/
He is known as a skilled manipulator in business.
Manipulative (Adjective) /məˈnɪpjʊlətɪv/ - /mə-nip-yu-lə-tiv/
Her manipulative behavior made it difficult to trust her.
Manipüle Etmek
Durumu kendi lehine manipüle etmeye çalıştı.
Manipülasyon
Gerçekleri manipüle etmesi etik dışıydı.
Manipülatör
İş dünyasında yetenekli bir manipülatör olarak tanınıyor.
Manipülatif
Onun manipülatif davranışları, ona güvenmeyi zorlaştırdı.
Obsess (Verb) /əbˈsɛs/ - /əb-ses/
He tends to obsess over small details.
By with
Obsession (Noun) /əbˈsɛʃən/ - /əb-se-şın/
Her obsession with cleanliness made her very particular about her home.
Takıntı Yapmak
Küçük detaylar üzerinde takıntı yapma eğiliminde.
Takıntı
Temizlik takıntısı, evine çok titiz olmasına neden oldu.
Promote (Verb) /prəˈmoʊt/ - /prı-mout/
The company plans to promote the new product next month.
to
Promotion (Noun) /prəˈmoʊʃən/ - /prı-mo-şın/
She received a promotion after working hard for several years.
Promoted (Adjective/Verb) /prəˈmoʊtɪd/ - /prı-mou-tıd/
He was promoted to manager after his excellent performance.
Tanıtmak, Desteklemek
Şirket, yeni ürünü gelecek ay tanıtmaya karar verdi.
Terfi
Birkaç yıl boyunca çok çalıştıktan sonra terfi aldı.
Terfi Ettirilmiş
Mükemmel performansı sonrası yönetici olarak terfi ettirildi.
Resist (Verb) /rɪˈzɪst/ - /rı-zist/
She tried to resist the temptation to eat the chocolate.
Resistance (Noun) /rɪˈzɪstəns/ - /rı-zis-tıns/ TO FROM
The resistance to the new policy grew stronger over time.
Resistant (Adjective) /rɪˈzɪstənt/ - /rı-zis-tınt/
This material is resistant to heat and moisture.
Karşı Durmak, Direnmek
Çikolatayı yeme arzusuna karşı koymaya çalıştı.
Direnç
Yeni politikaya karşı direnç zamanla arttı.
Dirençli
Bu malzeme ısıya ve neme karşı dirençlidir.
Satisfy (Verb) /ˈsætɪsfaɪ/ - /sa-tıs-fay/
The meal did not satisfy his hunger.
Satisfaction (Noun) /ˌsætɪsˈfækʃən/ - /sa-tıs-fak-şın/
She smiled with satisfaction after completing the project.
Satisfactory (Adjective) /ˌsætɪsˈfæktəri/ - /sa-tıs-fak-tı-ri/
His performance was satisfactory, but he can do better.
Unsatisfactory (Adjective) /ˌʌnsætɪsˈfæktəri/ - /an-sa-tıs-fak-tı-ri/
The service at the restaurant was unsatisfactory.
Satisfactorily (Adverb) /ˌsætɪsˈfæktərəli/ - /sa-tıs-fak-tı-ral-li/
The task was completed satisfactorily, although a few errors remained.
Unsatisfactorily (Adverb) /ˌʌnsætɪsˈfæktərəli/ - /an-sa-tıs-fak-tı-ra-li/
The project was carried out unsatisfactorily, and many improvements were needed.
Tatmin Etmek
Yemek, açlığını tatmin etmedi.
Memnuniyet
Projeyi tamamladıktan sonra memnuniyetle gülümsedi.
Tatmin Edici
Onun performansı tatmin ediciydi ama daha iyisini yapabilir.
Tatmin Edici Olmayan
Restorandaki hizmet tatmin edici değildi.
Tatmin Edici Bir Şekilde
Görev tatmin edici bir şekilde tamamlandı, ancak birkaç hata kaldı.
Tatmin Edici Olmayan Bir Şekilde
Proje tatmin edici bir şekilde yapılmadı ve birçok iyileştirme yapılması gerekti.
Acquire (Verb) /əˈkwaɪə(r)/ - /ə-kway-ı(r)/
She managed to acquire a rare book for her collection.
Acquisition (Noun) /ˌakwɪˈzɪʃən/ - /ak-wı-zı-şın/
The company’s latest acquisition was a major competitor.
Elde Etmek, Kazanmak
Koleksiyonu için nadir bir kitap edinmeyi başardı.
Edinim, Satın Alma
Şirketin son edinimi büyük bir rakipti.
Assist (Verb) /əˈsɪst/ - /ə-sist/
Can you assist me with my homework?
WİTH
Assistance (Noun) /əˈsɪstəns/ - /ə-sis-tıns/
She offered her assistance in organizing the event.
Assistant (Noun) /əˈsɪstənt/ - /ə-sis-tınt/
He works as an assistant in the marketing department.
Yardım Etmek
Bana ödevimde yardımcı olabilir misin?
Yardım
Etkinliği organize etmede yardımlarını sundu.
Asistan
Pazarlama departmanında asistan olarak çalışıyor.
Bias (Noun) /ˈbaɪəs/ - /bay-əs/
The journalist was accused of showing bias in his reporting.
AGAINST
Biased (Adjective) /ˈbaɪəst/ - /bay-ıst/
Her opinion was biased because she is friends with the candidate.
bias against
Önyargı
Gazeteci, raporlamasında önyargı göstermekle suçlandı.
Önyargılı
Onun görüşü, adayla arkadaşı olduğu için önyargılıydı.
Chaos (Noun) /ˈkeɪɒs/ - /key-oss/
The city was in complete chaos after the storm.
Chaotic (Adjective) /keɪˈɒtɪk/ - /key-ot-ik/
The traffic was chaotic during rush hour.
Kaos
Fırtına sonrası şehir tam anlamıyla kaosa dönüştü.
Kaotik
Yoğun saatlerde trafik kaotik hale geldi.
Commerce (Noun) /ˈkɒmɜːs/ - /kom-ırs/
He studied commerce at university before starting his business.
Commercial (Adjective) /kəˈmɜːʃəl/ - /kı-mör-şıl/
The commercial success of the product was remarkable.
Commercial (Noun) /kəˈmɜːʃəl/ - /kı-mör-şıl/
She appeared in a commercial for a popular brand.
Commercially (Adverb) /kəˈmɜːʃəli/ - /kı-mör-şıl-li/
The product was commercially successful and widely distributed.
Ticaret
İşine başlamadan önce üniversitede ticaret okudu.
Ticari
Ürünün ticari başarısı dikkat çekiciydi.
Reklam
Popüler bir marka için bir reklama çıktı.
Ticari Olarak
Ürün ticari olarak başarılı oldu ve geniş çapta dağıtıldı.