UNIT 5 Flashcards

(64 cards)

1
Q

Advantage (Noun) /ədˈvɑːntɪdʒ/ of - /ədvántıc/
Having a good education gives you a clear advantage in the job market.

Disadvantage (Noun) /ˌdɪsədˈvɑːntɪdʒ/ - /dizədvántıc/
The main disadvantage of living in a big city is the high cost of living.

A

Avantaj (İsim)
İyi bir eğitime sahip olmak, iş piyasasında açık bir avantaj sağlar.

Dezavantaj (İsim)
Büyük bir şehirde yaşamanın başlıca dezavantajı yüksek yaşam maliyetidir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
2
Q

Availability (Noun) /əˌveɪlə of ˈbɪləti/ - /əveyləbílıti/
The availability of fresh produce varies by season.

Available (Adjective) /əˈveɪləbl/ - /əveyləbl/
This product is available in all major stores.

Unavailable (Adjective) /ˌʌnəˈveɪləbl/ - /anəveyləbl/
The manager is currently unavailable for a meeting.

A

Mevcutluk (İsim)
Taze ürünlerin mevcudiyeti mevsime göre değişir.

Mevcut (Sıfat)
Bu ürün, tüm büyük mağazalarda mevcuttur.

Mevcut Olmayan (Sıfat)
Müdür şu anda bir toplantı için mevcut değil.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
3
Q

Background (Noun) / ofˈbækɡraʊnd/ - /bækraund/
Her background in science helped her secure the job.

A

Geçmiş (İsim)
Bilimsel geçmişi, iş bulmasına yardımcı oldu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
4
Q

Beauty (Noun) /ˈbjuːti/ - /byuhti/
The beauty of the sunset took my breath away.

Beautiful (Adjective) /ˈbjuːtɪfəl/ - /byu:tıfıl/
She has a beautiful smile.

Beautifully (Adverb) /ˈbjuːtɪfəli/ - /byu:tıfli/
She sang the song beautifully.

A

Güzellik (İsim)
Gün batımının güzelliği beni büyüledi.

Güzel (Sıfat)
Onun güzel bir gülüşü var.

Güzelce (Zarf)
Şarkıyı güzelce söyledi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
5
Q

Brave (Adjective) /breɪv/ - /breyv/
The brave soldier fought courageously in battle.

Bravely (Adverb) /ˈbreɪvli/ - /breyvli/
She bravely stood up to the bully.

A

Cesur (Sıfat)
Cesur asker savaşta cesurca savaştı.

Cesurca (Zarf)
O, zorba karşısında cesurca durdu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
6
Q

Break (Verb) /breɪk/ - /breyk/
She broke the vase by accident.

Broken (Adjective) /ˈbroʊkən/ - /broʊkın/
The broken chair needs to be repaired.

A

Kırmak (Fiil)
Kazara vazoyu kırdı.

Kırık (Sıfat)
Kırık sandalye tamir edilmelidir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
7
Q

Challenge (Noun) /ˈtʃælɪndʒ/ - / to çælınc/
Climbing Mount Everest is a huge challenge.

Challenge (Verb) /ˈtʃælɪndʒ/ - /çælınc/
She decided to challenge herself and take on the marathon.

Challenging (Adjective) /ˈtʃælɪndʒɪŋ/ - /çælıncığin/
The project was challenging, but they completed it on time.

A

Meydan Okuma (İsim)
Everest Dağı’na tırmanmak büyük bir meydan okumadır.

Meydan Okumak (Fiil)
Kendini zorlamak için maratona katılmaya karar verdi.

Zorlu (Sıfat)
Proje zorluydu, ancak zamanında tamamladılar.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
8
Q

Condition (Noun) /kənˈdɪʃən/ - /kın’dıfın/
The car is in good condition after the repairs.

Condition (Verb) /kənˈdɪʃən/ - /kın’dıfın/
The success of the project will condition the company’s future.

Conditional (Adjective) /kənˈdɪʃənl/ - /kın’dıfınl/
The offer is conditional on the approval of the board.

Conditionally (Adverb) /kənˈdɪʃənəli/ - /kın’dıfınalı/
He was accepted conditionally, pending his final exam results.

A

Koşul (İsim)
Araba tamirlerden sonra iyi durumda.

Koşullamak (Fiil)
Projenin başarısı, şirketin geleceğini koşullandıracaktır.

Koşullu (Sıfat)
Teklif, yönetim kurulunun onayına bağlıdır.

Koşullu Olarak (Zarf)
Son sınav sonuçlarına bağlı olarak koşullu olarak kabul edildi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
9
Q

Decade (Noun) /ˈdɛkeɪd/ - /dekeyd/
The company has grown significantly over the last decade.

A

On Yıl (İsim)
Şirket, son on yılda önemli ölçüde büyüdü.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
10
Q

Depend (Verb) /dɪˈpɛnd/ - on /dipend/
You can always depend on me for help.

Dependence (Noun) /dɪˈpɛndəns/ - /dipendens/
His dependence on his parents is a concern.

Dependent (Adjective) /dɪ ONˈpɛndənt/ - /dipendınt/
She is still financially dependent on her family.

A

Bağlı Olmak (Fiil)
Her zaman yardım için bana güvenebilirsin.

Bağımlılık (İsim)
Ailesine olan bağımlılığı bir endişe kaynağıdır.

Bağımlı (Sıfat)
Ailesine hala maddi olarak bağımlıdır.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
11
Q

Determine (Verb) /dɪˈtɜːmɪn/ - /dıtörmın/
She will determine the best course of action.

Determined (Adjective) /dɪˈtɜːmɪnd/ - /dıtörmınd/
He is determined to succeed no matter what.

A

Belirlemek (Fiil)
En iyi hareket planını belirleyecek.

Kararlı (Sıfat)
Ne olursa olsun başarılı olmaya kararlı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
12
Q

Earn (Verb) /ɜːrn/ - /örn/
She works hard to earn a living.

Earning (Noun) /ˈɜːrnɪŋ/ - /örnın/
His monthly earnings are enough to cover his expenses.

A

Kazanmak
Geçimini sağlamak için çok çalışıyor.

Kazanç
Aylık kazancı masraflarını karşılamaya yetiyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
13
Q

Element (Noun) /ˈelɪmənt/ - /elımınt/
Water is an essential element for life.

A

Öge
Su, yaşam için temel bir ögedir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
14
Q

Express (Verb) /ɪkˈsprɛs/ - İN /ikspres/
She tried to express her feelings through art.

Express (Adjective) /ɪkˈsprɛs/ - /ikspres/
He took the express train to get there faster.

Expression (Noun) /ɪkˈsprɛʃən/ - /ikspreşın/
Her facial expression showed she was happy.

A

İfade Etmek
Duygularını sanat aracılığıyla ifade etmeye çalıştı.

Hızlı
Oraya daha hızlı ulaşmak için ekspres trene bindi.

İfade
Yüz ifadesi, mutlu olduğunu gösteriyordu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
15
Q

Extreme (Adjective) /ɪkˈstriːm/ - /ikstrim/
The extreme weather caused widespread damage.

Extremely (Adverb) /ɪkˈstriːmli/ - /ikstrimli/
She was extremely happy with the results.

A

Aşırı
Aşırı hava koşulları geniş çapta hasara neden oldu.

Son Derece
Sonuçlardan son derece memnundu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
16
Q

Identify (Verb) /aɪˈden·təˌfaɪ/ - /aydentifay/
The police were able to identify the suspect.

Identification (Noun) /aɪˌden·tə·fɪˈkeɪ·ʃən/ - /aydentifikeyşın/
You need to show identification to enter the building.

Identity (Noun) /aɪˈden·tə·ti/ - /aydentıti/
She felt a strong connection to her cultural identity.

Identified (Adjective) /aɪˈden·təˌfaɪd/ - /aydentifayd/
The identified problems have been resolved.

Unidentified (Adjective) /ˌʌn·aɪˈden·təˌfaɪd/ - /anaydentifayd/
The object in the sky remained unidentified.

A

Tanımlamak
Polis, şüpheliyi tanımlayabildi.

Kimlik
Binaya girmek için kimlik göstermeniz gerekiyor.

Kimlik, Özdeşlik
Kültürel kimliğiyle güçlü bir bağ hissetti.

Tanımlanmış
Tanımlanan sorunlar çözüldü.

Tanımlanmamış
Gökyüzündeki cisim tanımlanamadı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
17
Q

İMAGE

A

GÖRÜNTÜ

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
18
Q

Individual (Noun) /ˌɪn·dəˈvɪdʒ·u·əl/ - /indivıcuwıl/
Each individual has their own unique perspective.

Individual (Adjective) /ˌɪn·dəˈvɪdʒ·u·əl/ - /indivıcuwıl/
She values individual achievements over group success.

Individually (Adverb) /ˌɪn·dəˈvɪdʒ·u·əli/ - /indivıcuwıli/
The tasks were assigned individually to each team member.

A

Birey
Her bireyin kendine özgü bir bakış açısı vardır.

Bireysel
O, bireysel başarıları grup başarısından daha çok önemser.

Bireysel Olarak
Görevler, her bir ekip üyesine bireysel olarak verildi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
19
Q

Matter (Verb) /ˈmæt̬·ər/ - /metır/
What you do now will matter in the future.

Matter (Noun) /ˈmæt̬·ər/ - /metır/
This is a serious matter that needs to be addressed.

A

Önemli Olmak
Şu an yaptıkların gelecekte önemli olacak.

Konu
Bu, ele alınması gereken ciddi bir konudur.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
20
Q

Mean (Verb) /miːn/ - /miin/ OF
What do you mean by this word?

Meaning (Noun) /ˈmiːnɪŋ/ - /miinink/
The meaning of this phrase is unclear.

A

Demek
Bu kelimeyle ne demek istiyorsun?

Anlam
Bu ifadenin anlamı belirsiz.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
21
Q

Mind (Noun) /maɪnd/ - /maynd/
A healthy mind is just as important as a healthy body.

Mind (Verb) /maɪnd/ - /maynd/
Do you mind if I open the window?

A

Zihin
Sağlıklı bir zihin, sağlıklı bir beden kadar önemlidir.

Önemsemek
Camı açmamın bir sakıncası var mı?

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
22
Q

Involve (Verb) /ɪnˈvɑːlv/ - /involv/ İN WİTH
The project will involve many team members.

Involvement (Noun) /ɪnˈvɑːlv·mənt/ - /involvmınt/
Her involvement in the event was highly appreciated.

A

Dahil Etmek
Proje, birçok takım üyesini içerecek.

Katılım
Etkinlikteki katılımı büyük takdir gördü.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
23
Q

Poverty (Noun) /ˈpɑː.vɚ.ti/ - /povırti/
Poverty remains a significant global issue.

Poor (Adjective) /pʊr/ - /puır/
Many families live in poor conditions.

Poorly (Adverb) /ˈpʊr·li/ - /puırli/
He performed poorly in the exam.

A

Yoksulluk
Yoksulluk hâlâ önemli bir küresel sorundur.

Fakir
Birçok aile kötü şartlarda yaşıyor.

Kötü Bir Şekilde
Sınavda kötü bir performans sergiledi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
24
Q

Predict (Verb) /prɪˈdɪkt/ - /prıdikt/
It is difficult to predict the weather accurately.

Prediction (Noun) /prɪˈdɪk.ʃən/ - /prıdıkşın/ ABOUT
Her prediction about the future was impressive.

Predictable (Adjective) /prɪˈdɪk.tə.bəl/ - /prıdiktıbıl/
His reaction was completely predictable.

Unpredictable (Adjective) /ˌʌn.prɪˈdɪk.tə.bəl/ - /anprıdiktıbıl/
Life is often unpredictable.

A

Tahmin Etmek
Havayı doğru bir şekilde tahmin etmek zordur.

Tahmin
Gelecek hakkındaki tahmini etkileyiciydi.

Tahmin Edilebilir
Tepkisi tamamen tahmin edilebilirdi.

Tahmin Edilemez
Hayat çoğu zaman tahmin edilemezdir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
25
Proud (Adjective) /praʊd/ - /praud/ OF She is proud of her accomplishments.
Gururlu Başarılarıyla gurur duyuyor.
26
Shape (Noun) /ʃeɪp/ - /şeyp/ The cookies were in the shape of stars. Shape (Verb) /ʃeɪp/ - /şeyp/ She shaped the clay into a vase.
Şekil Kurabiyeler yıldız şeklindeydi. Şekillendirmek Kili bir vazo şekline getirdi.
27
Stage (Noun) /steɪdʒ/ - /steyj/ OF İN The actors are ready to perform on the stage. OF IN
Sahne Oyuncular sahnede performans sergilemeye hazır.
28
Temperature (Noun) /ˈtɛmpərətʃər/ - /ˈtɛmpərətʃʊr/ The temperature is rising in the afternoon.
Sıcaklık Öğleden sonra sıcaklık artıyor.
29
Wonder (Noun) /ˈwʌndər/ ABOUT She gazed at the stars with wonder. Wonder (Verb) /ˈwʌndər/ I wonder what’s for dinner tonight. Wonderful (Adjective) /ˈwʌndərfəl/ It was a wonderful day at the park. Wonderfully (Adverb) /ˈwʌndərfʊli/ She sings wonderfully.
Wonder (İsim) Hayret Yıldızlara hayretle baktı. Wonder (Fiil) Merak etmek Bu akşam yemeğinde ne var, merak ediyorum. Wonderful (Sıfat) Harika Parkta harika bir gündü. Wonderfully (Zarf) Harika bir şekilde Harika bir şekilde şarkı söylüyor.-
30
Act (Noun) /ækt/ - /ækt/ İNTO His act of kindness made everyone smile. Action (Noun) /ˈækʃən/ - /ekşın/ Her quick action saved the child. INTO Act (Verb) /ækt/ - /ækt/ She will act in the school play this year.
Eylem Onun iyilik hareketi herkesi güldürdü. Aksiyon Onun hızlı müdahalesi çocuğu kurtardı. Oyunculuk yapmak / Rol yapmak Bu yıl okul oyununda rol alacak.
31
Basic (Adjective) /ˈbeɪsɪk/ - /bey-sik/ This is a basic principle of mathematics. Basically (Adverb) /ˈbeɪsɪkli/ - /bey-sik-li/ Basically, he is just a nice guy.
Temel Bu, matematiğin temel bir ilkesidir. Temelde Temelde, o sadece iyi bir insan.
32
Climate (Noun) /ˈklaɪmət/ - OF /klay-mıt/ The climate in this region is very hot and dry.
İklim Bu bölgedeki iklim çok sıcak ve kurak. Başka bir kelime eklememi ister misiniz?
33
Collect (Verb) /kəˈlɛkt/ - /kı-lekt/ FOR She loves to collect rare stamps from different countries. Collection (Noun) /kəˈlɛkʃən/ - /kı-lek-şın/ His stamp collection is worth a lot of money.
Toplamak Farklı ülkelerden nadir pullar toplamayı çok sever. Koleksiyon Onun pul koleksiyonu çok değerli.
34
Cycle (Noun) /ˈsaɪkəl/ - /saɪ-kıl/ The water cycle is essential for life on Earth. Cycle (Verb) /ˈsaɪkəl/ - /saɪ-kıl/ He cycles to work every morning. Recycle (Verb) /ˌriːˈsaɪkəl/ - /ri-saɪ-kıl/ We should recycle paper to protect the environment.
Dönem / Döngü Su döngüsü, Dünya'daki yaşam için çok önemlidir. Bisikletle gitmek Her sabah işe bisikletle gider. Geri dönüştürmek Kağıdı geri dönüştürmeliyiz, böylece çevreyi koruruz.
35
Danger (Noun) /ˈdeɪndʒər/ - /dey-njır/ IN There is a lot of danger in driving without a seatbelt. Dangerous (Adjective) /ˈdeɪndʒərəs/ - /dey-njı-rıs/ It’s dangerous to hike in the mountains without a guide. Dangerously (Adverb) /ˈdeɪndʒərəsli/ - /dey-njı-rıs-li/ He was driving dangerously on the wet road.
Tehlike Kemer takmadan araba kullanmak çok tehlikelidir. Tehlikeli Dağlarda rehbersiz yürümek tehlikelidir. Tehlikeli bir şekilde Islak yolda tehlikeli bir şekilde araba sürüyordu.
36
Decrease (Noun) /dɪˈkriːs/ - /dɪ-kri:s/ İN There has been a significant decrease in the number of accidents this year. Decrease (Verb) /dɪˈkriːs/ - /dɪ-kri:s/ They plan to decrease the prices next month.
Azalma Bu yıl kaza sayısında önemli bir azalma oldu. Azaltmak Fiyatları gelecek ay düşürmeyi planlıyorlar.
37
Disaster (Noun) /dɪˈzɑːstər/ - /dı-zas-tır/ The earthquake was a natural disaster that affected many cities.
Felaket Deprem, birçok şehri etkileyen doğal bir felaketti.
38
Discover (Verb) /dɪsˈkʌvər/ - /dıs-kʌvır/ She discovered a new species of bird in the rainforest. Discovery (Noun) /dɪsˈkʌvəri/ - /dıs-kʌvı-ri/ The discovery of penicillin revolutionized medicine.
Keşfetmek Yağmur ormanında yeni bir kuş türü keşfetti. Keşif Penisinin keşfi tıbbı devrim niteliğinde değiştirdi.
39
Economy (Noun) /ɪˈkɑːnəmi/ - /i-ko-nı-mi/ OF The global economy is experiencing a period of rapid growth. Economics (Noun) /ˌiːkəˈnɑːmɪks/ - /i-ko-nom-iks/ She is studying economics at the university. Economic (Adjective) /ˌiːkəˈnɒmɪk/ - /i-ko-nom-ik/ The economic situation in the country is improving. Economical (Adjective) /ˌiːkəˈnɒmɪkəl/ - /i-ko-nom-ı-kıl/ He bought an economical car to save money on fuel. Economically (Adverb) /ˌiːkəˈnɒmɪkli/ - /i-ko-nom-ik-li/ The country is growing economically, with new industries emerging.
Ekonomi Küresel ekonomi hızlı bir büyüme döneminden geçiyor. Ekonomi bilimi O, üniversitede ekonomi bilimi okuyor. Ekonomik Ülkedeki ekonomik durum iyileşiyor. Ekonomik Yakıt tasarrufu sağlamak için ekonomik bir araba aldı. Ekonomik olarak Ülke, yeni sanayilerle birlikte ekonomik olarak büyüyor.
40
Encourage (Verb) /ɪnˈkʌrɪdʒ/ - /in-kʌr-ıdʒ/ Teachers should encourage students to think critically. Encouragement (Noun) /ɪnˈkʌrɪdʒmənt/ - /in-kʌr-ıdʒ-mınt/ Her words of encouragement gave him the strength to continue.
Teşvik etmek Öğretmenler, öğrencilere eleştirel düşünmeye teşvik etmelidir. Teşvik Onun teşvik edici sözleri, devam etmesi için ona güç verdi.
41
Explore (Verb) /ɪkˈsplɔːr/ - /iks-plo:r/ They decided to explore the new city during their vacation. Explorer (Noun) /ɪkˈsplɔːrər/ - /iks-plo:r-ır/ The explorer discovered new lands in the 15th century.
Keşfetmek Tatil sırasında yeni şehri keşfetmeye karar verdiler. Kaşif Kaşif, 15. yüzyılda yeni topraklar keşfetti.
42
Finance (Noun) /ˈfaɪnæns/ - /fay-næns/ He studied finance in college and now works as a financial advisor. Financial (Adjective) /faɪˈnænʃəl/ - /fay-nan-şıl/ The company is facing financial difficulties due to the market crash. Financially (Adverb) /faɪˈnænʃəli/ - /fay-nan-şı-li/ They are doing well financially after the business expansion.
Finans O, üniversitede finans okudu ve şimdi finansal danışman olarak çalışıyor. Finansal Şirket, piyasa çöküşü nedeniyle finansal zorluklarla karşı karşıya. Finansal olarak İşletme genişlemesinin ardından finansal olarak iyi durumdalar.
43
Fluent (Adjective) /ˈfluːənt/ - /flü-ınt/ She is fluent in three languages: English, Spanish, and French. Fluently (Adverb) /ˈfluːəntli/ - /flü-ınt-li/ He speaks English fluently with a perfect accent.
Akıcı O, üç dilde akıcıdır: İngilizce, İspanyolca ve Fransızca. Akıcı bir şekilde İngilizceyi mükemmel bir aksanla akıcı bir şekilde konuşuyor.
44
Grow (Verb) /ɡroʊ/ - /grou/ TO Plants grow faster with plenty of sunlight and water. Growth (Noun) /ɡroʊθ/ - /ɡroʊθ/ The company's growth has been steady over the past few years.
Büyümek Bitkiler, bol güneş ışığı ve su ile daha hızlı büyür. Büyüme Şirketin büyümesi son birkaç yıldır istikrarlıydı.
45
Ground (Noun) /ɡraʊnd/ - /graund/ ON The children played on the soft ground in the park.
Zemin Çocuklar parkta yumuşak zeminde oynadılar.
46
Hope (Noun) /hoʊp/ - /hoʊp/ FOR I have hope that everything will turn out fine. Hope (Verb) /hoʊp/ - /hoʊp/ We hope to visit Paris next summer. Hopeful (Adjective) /ˈhoʊpfəl/ - /hoʊf-ıl/ She felt hopeful about the future after the interview. Hopefully (Adverb) /ˈhoʊpfəli/ - /hoʊf-ı-li/ Hopefully, the weather will be nice for the trip.
Umut Her şeyin iyi sonuçlanacağına umudum var. Umut etmek Gelecek yaz Paris'i ziyaret etmeyi umuyoruz. Umutlu Görüşmeden sonra gelecekle ilgili umutluydu. Umutla Umarım, seyahat için hava güzel olur.
47
Include (Verb) /ɪnˈkluːd/ - /in-kluud/ İN ON The package includes a free gift with every purchase
İçermek Paket, her alışverişle birlikte ücretsiz bir hediye içeriyor.
48
Invent (Verb) /ɪnˈvɛnt/ - /in-vent/ ON Thomas Edison invented the light bulb in 1879. Invention (Noun) /ɪnˈvɛnʃən/ - /in-ven-şın/ OF The telephone was a revolutionary invention by Alexander Graham Bell. Inventor (Noun) /ɪnˈvɛntər/ - /in-ven-tır/ The inventor of the airplane, Wright brothers, changed the world of transportation.
İcat etmek Thomas Edison, 1879'da ampulü icat etti. İcat Telefon, Alexander Graham Bell tarafından yapılan devrim niteliğinde bir icattı. İcatçı Uçak icatçısı Wright kardeşler, ulaşım dünyasını değiştirdi.
49
Land (Noun) /lænd/ - /lend/ The airplane is about to land at the airport.
Arazi / Kara Uçak havaalanına inmek üzere.
50
Locate (Verb) /loʊˈkeɪt/ - /loʊ-keɪt/ Can you locate the nearest hospital on the map? Location (Noun) /loʊˈkeɪʃən/ - /loʊ-keyşın/ The location of the meeting has changed to a new conference room.
Bulmak / Yerini tespit etmek Haritada en yakın hastaneyi bulabilir misin? Konum Toplantının konumu yeni bir konferans odasına taşındı.
51
Mystery (Noun) /ˈmɪstəri/ - /mis-tı-ri/ The case remains a mystery, with no clues to solve it. Mysterious (Adjective) /mɪˈstɪriəs/ - /mis-tı-ri-ıs/ The old house had a mysterious atmosphere that made everyone uneasy.
Gizem Vaka, çözülmesi için hiçbir ipucu olmadan bir gizem olarak kalıyor. Gizemli Eski ev, herkesi huzursuz eden gizemli bir atmosfere sahipti.
52
Pattern (Noun) /ˈpætərn/ - /pætırn/ OF The quilt had a beautiful floral pattern.
Desen Yorganın çok güzel bir çiçek deseni vardı.
53
Previous (Adjective) /ˈpriːviəs/ - /pri-vı-əs/ ON I DON T KNOW The previous meeting was very productive. Previously (Adverb) /ˈpriːviəsli/ - /pri-vı-əs-li/ She had previously worked in a different department.
Önceki Önceki toplantı çok verimliydi. Daha önce Daha önce farklı bir departmanda çalışmıştı.
54
Prove (Verb) /pruːv/ - /pru:v/ TO He needs to prove his innocence in court. Proof (Noun) /pruːf/ - /pru:f/ There was no proof to support his claims. Proven (Adjective) /ˈpruːvən/ - /pru:vın/ The scientist has proven his theory to be correct.
Kanıtlamak Masumiyetini mahkemede kanıtlaması gerekiyor. Kanıt Onun iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt yoktu. Kanıtlanmış Bilim insanı, teorisini doğru olduğunu kanıtladı.
55
Retire (Verb) /rɪˈtaɪər/ - /ri-tayır/ FROM He plans to retire at the age of 65. Retirement (Noun) /rɪˈtaɪərmənt/ - /ri-tayır-mınt/ After his retirement, he started traveling the world. Retired (Adjective) /rɪˈtaɪərd/ - /ri-tayırd/ My grandfather is a retired teacher.
Emekli olmak 65 yaşında emekli olmayı planlıyor. Emeklilik Emekliliğinden sonra dünyayı gezmeye başladı. Emekli Dedem, emekli bir öğretmendir.
56
Route (Noun) /ruːt/ - /ru:t/ The fastest route to the city is through the highway.
Güzergah Şehre en hızlı güzergah otoyoldan geçiyor.
57
Solve (Verb) /sɑːlv/ - /solv/ She was able to solve the math problem quickly. Solution (Noun) /səˈluːʃən/ - /sı-lu-şın/ The solution to the problem was much simpler than expected.
Çözmek Matematik problemini hızlıca çözebildi. Çözüm Problemin çözümü beklenenden çok daha basitti.
58
Survive (Verb) /sərˈvaɪv/ - /sır- vayv/ AN AGAİNST They managed to survive the harsh winter conditions. Survivor (Noun) /sərˈvaɪvər/ - /sır-vay-vır/ The survivor of the shipwreck shared his incredible story. Survival (Noun) /sərˈvaɪvəl/ - /sır-vay-vıl/ AGAINST In a survival situation, finding food and water is crucial.
Hayatta kalmak Zorlu kış koşullarında hayatta kalmayı başardılar. Hayatta kalan kişi Gemi kazasından kurtulan kişi, inanılmaz hikayesini paylaştı. Hayatta kalma Hayatta kalma durumunda, yiyecek ve su bulmak çok önemlidir.
59
Tend (Verb) /tɛnd/ - /tend/ She tends to get nervous before presentations. Tendency (Noun) /ˈtɛndənsi/ - /ten-dın-si/ There is a tendency for people to avoid difficult situations.
Eğilim göstermek Sunumlardan önce sinirlenmeye eğilimlidir. Eğilim İnsanların zor durumlardan kaçınma eğilimi vardır.
60
Awful (Adjective) /ˈɔːfəl/ - /ofıl/ The food at the restaurant was awful, and I couldn’t finish it. Awfully (Adverb) /ˈɔːfəli/ - /ofı-li/ He looked awfully tired after the long trip.
Korkunç Restorandaki yemek korkunçtu ve bitiremedim. Korkunç bir şekilde Uzun yolculuktan sonra çok yorgun görünüyordu.
61
Budget (Noun) /ˈbʌdʒɪt/ - /bʌdʒ-ıt/ We need to stick to the budget for this project to avoid overspending.
Bütçe Bu projede fazla harcama yapmamak için bütçeye sadık kalmamız gerekiyor.
62
Delay (Verb) /dɪˈleɪ/ - /di-ley/ The train was delayed for an hour due to a signal problem. Delay (Noun) /dɪˈleɪ/ - /di-ley/ There was a delay in the start of the meeting because of technical issues.
Gecikmek Tren, sinyal problemi nedeniyle bir saat gecikti. Gecikme Toplantının başlama saatinde teknik sorunlar nedeniyle bir gecikme oldu.
63
Scene (Noun) /siːn/ - /si:n/ The final scene of the movie was incredibly emotional.
Sahne Filmin son sahnesi inanılmaz derecede duygusal bir anıydı.
64
Voice (Noun) /vɔɪs/ - /voys/ Her voice is so calming, it always makes me feel at ease.
Ses Onun sesi çok sakinleştirici, her zaman beni rahatlatır.