UNIT 6 Flashcards
(53 cards)
Ability (Noun) /əˈbɪləti/ - /ə-bil-ı-ti/ İN
She has the ability to solve complex problems quickly.
Able (Adjective) /ˈeɪbəl/ - /ey-bıl/
He is able to speak three languages fluently.
Yetenek
O, karmaşık problemleri hızla çözme yeteneğine sahip.
Yetenekli
O, üç dili akıcı bir şekilde konuşabilen birisidir.
Accept (Verb) /əkˈsɛpt/ - /ək-sept/
I accept your invitation to the party.
Acceptance (Noun) /əkˈsɛptəns/ - /ək-sep-tıns/ OF
Her acceptance into the university was a big achievement.
Acceptable (Adjective) /əkˈsɛptəbəl/ - /ək-sep-tı-bıl/
The quality of the product is acceptable for its price.
Unacceptable (Adjective) /ˌʌnəkˈsɛptəbəl/ - /an-ək-sep-tı-bıl/
The behavior shown during the meeting was unacceptable.
Kabul etmek
Partiye davetinizi kabul ediyorum.
Kabul
Üniversiteye kabul edilmesi büyük bir başarıydı.
Kabul edilebilir
Ürünün kalitesi, fiyatı için kabul edilebilir düzeyde.
Kabul edilemez
Toplantı sırasında gösterilen davranış kabul edilemezdi.
Care (Noun) /kɛər/ - /ker/ OF ABOUT
She showed great care in preparing the meal.
Care (Verb) /kɛər/ - /ker/
You need to care for your health by eating well and exercising.
Caring (Adjective) /ˈkɛərɪŋ/ - /ker-ing/
He is a very caring person, always helping others in need.
Özen
Yemeği hazırlarken büyük bir özen gösterdi.
İlgilenmek
Sağlığınızla ilgilenmeniz, iyi beslenmek ve egzersiz yapmak gerekir.
Şefkatli
O çok şefkatli bir insandır, her zaman yardıma muhtaç olanlara yardımcı olur.
Complex (Adjective) /ˈkɒmplɛks/ veya /kəmˈplɛks/ - /kom-pleks/
The situation is more complex than it seems at first.
Complex (Noun) /ˈkɒmplɛks/ - /kom-pleks/
The apartment complex has a gym and a swimming pool.
Karmaşık
Durum, ilk bakışta göründüğünden daha karmaşık.
Kompleks / Site
Apartman kompleksi, bir spor salonuna ve bir yüzme havuzuna sahip.
Complex (Adjective) /ˈkɒmplɛks/ veya /kəmˈplɛks/ - /kom-pleks/
The situation is more complex than it seems at first.
Complex (Noun) /ˈkɒmplɛks/ - /kom-pleks/
The apartment complex has a gym and a swimming pool.
Karmaşık
Durum, ilk bakışta göründüğünden daha karmaşık.
Kompleks / Site
Apartman kompleksi, bir spor salonuna ve bir yüzme havuzuna sahip.
Decide (Verb) /dɪˈsaɪd/ - /di-sayd/
She decided to study abroad for her master’s degree.
Decision (Noun) /dɪˈsɪʒən/ - /di-si-jın/ ABOUT ON
Making the right decision can sometimes be very difficult.
Karar vermek
Yüksek lisansını yurtdışında yapmaya karar verdi.
Karar
Doğru bir karar vermek bazen çok zor olabilir.
Demand (Verb) /dɪˈmænd/ - /di-mend/ FOR
The workers are demanding better wages and working conditions.
Demand (Noun) /dɪˈmænd/ - /di-mend/
There is a high demand for electric vehicles in the market.
Talep etmek
İşçiler daha iyi maaşlar ve çalışma koşulları talep ediyor.
Talep
Piyasada elektrikli araçlara yüksek bir talep var.
Detail (Noun) /ˈdiːteɪl/ veya /dɪˈteɪl/ - /di-teyl/ in into
She explained the project in great detail during the meeting.
Detailed (Adjective) /ˈdiːteɪld/ - /di-teyld/ ON ABOUT
The report provided a detailed analysis of the problem.
Detay / Ayrıntı
Projeyi toplantı sırasında büyük bir ayrıntıyla açıkladı.
Detaylı
Rapor, problemin detaylı bir analizini sundu.
Distance (Noun) /ˈdɪstəns/ - /dis-tıns/ IN
The distance between the two towns is only 10 miles.
Distant (Adjective) /ˈdɪstənt/ - /dis-tınt/
He could hear the distant sound of thunder in the mountains.
Mesafe
İki kasaba arasındaki mesafe yalnızca 10 mildir.
Uzak
Dağlarda uzak bir gök gürültüsü sesi duyabiliyordu.
Experiment (Noun) /ɪkˈspɛrɪmənt/ - /ek-spe-ri-mınt/ on
The scientists conducted an experiment to test their hypothesis.
Experiment (Verb) /ɪkˈspɛrɪˌmɛnt/ - /ek-spe-ri-ment/
She loves to experiment with new recipes in her free time.
Deney
Bilim insanları, hipotezlerini test etmek için bir deney yaptı.
Deney yapmak
Boş zamanlarında yeni tarifler denemeyi seviyor.
Fact (Noun) /fækt/ - /fekt/
It is a fact that the Earth orbits around the Sun.
Factual (Adjective) /ˈfæktʃuəl/ - /fek-çu-ıl/
The article is based on factual information, not opinions.
Dünyanın Güneş etrafında döndüğü bir gerçektir.
Gerçeklere dayalı
Makale, görüşlere değil, gerçeklere dayalı bilgilere dayanıyor.
Fight (Verb) /faɪt/ - /fayt/ to fight with sb
to fight against/about/for sth/sb
They fought bravely to defend their country.
Fight (Noun) /faɪt/ - /fayt/
The fight between the two teams was intense and exciting.
Dövüşmek / Savaşmak
Ülkelerini savunmak için cesurca savaştılar.
Dövüş / Kavga
İki takım arasındaki mücadele yoğun ve heyecan vericiydi.
Function (Noun) /ˈfʌŋkʃən/ - /fank-şın/ of
The function of the heart is to pump blood throughout the body.
Function (Verb) /ˈfʌŋkʃən/ - /fank-şın/
The new software functions better than the previous version.
Functional (Adjective) /ˈfʌŋkʃənəl/ - /fank-şı-nıl/
The kitchen has a very functional design, with plenty of storage.
Functionally (Adverb) /ˈfʌŋkʃənəli/ - /fank-şın-ı-li/
The two devices are functionally identical, though they look different.
Fonksiyon
Kalbin fonksiyonu, kanı vücutta pompalamaktır.
Fonksiyonel
Yeni yazılım, önceki sürümden daha iyi çalışıyor.
Fonksiyonel
Mutfak, çok sayıda depolama alanı ile çok fonksiyonel bir tasarıma sahip.
Fonksiyonel olarak
İki cihaz fonksiyonel olarak aynı olsa da, görünüşleri farklıdır.
Happen (Verb) /ˈhæpən/ - /hæp-ın/ to
Accidents can happen at any time, so it’s important to stay alert.
Olmak / Gerçekleşmek
Kazalar her zaman olabilir, bu yüzden dikkatli olmak önemlidir.
Patience (Noun) /ˈpeɪʃəns/ - /pey-şıns/ about
She waited with great patience for her turn to speak.
Impatience (Noun) /ɪmˈpeɪʃəns/ - /im-pey-şıns/
His impatience was clear as he checked the time repeatedly.
Patient (Adjective) /ˈpeɪʃənt/ - /pey-şınt/
He is a very patient person, always willing to help others.
Impatient (Adjective) /ɪmˈpeɪʃənt/ - /im-pey-şınt/
She became impatient when the bus didn’t arrive on time.
Patiently (Adverb) /ˈpeɪʃəntli/ - /pey-şınt-li/
She waited patiently for the doctor to call her name.
Impatiently (Adverb) /ɪmˈpeɪʃəntli/ - /im-pey-şınt-li/
He tapped his foot impatiently while waiting for the meeting to start.
Sabır
Konuşma sırası için büyük bir sabırla bekledi.
Sabırsızlık
Saatine defalarca bakarken sabırsızlığı belliydi.
Sabırlı
O çok sabırlı bir insandır, her zaman başkalarına yardım etmeye istekli.
Sabırsız
Otobüs zamanında gelmediğinde sabırsızlandı.
Sabırla
Doktorun adını çağırmasını sabırla bekledi.
Sabırsızca
Toplantının başlamasını sabırsızca beklerken ayağını yere vurdu.
Medicine (Noun) /ˈmɛdəsɪn/ - /med-ıs-ın/
She takes medicine every day to manage her health condition.
İlaç / Tıp
Sağlık durumunu yönetmek için her gün ilaç alıyor.
Mistake (Noun) /mɪˈsteɪk/ - /mis-teyk/
It was a mistake to leave my keys at home.
Mistake (Verb) /mɪˈsteɪk/ - /mis-teyk/
I didn’t mean to mistake your name for someone else’s.
Hata
Anahtarlarımı evde bırakmak bir hataydı.
Yanılmak
Adınızı başka birinin adıyla karıştırmak istemedim.
Offer (Verb) /ˈɔːfə(r)/ - /of-er/
He offered to help me with my project.
Offer (Noun) /ˈɔːfə(r)/ - /of-er/
They made an offer to buy the house at a very good price.
Teklif etmek
Projemde bana yardımcı olmayı teklif etti.
Teklif
Evi çok iyi bir fiyata satın almak için bir teklif sundular.
Opinion (Noun) /əˈpɪnɪən/ - /ə-pin-yın/ on about
In my opinion, this movie is the best of the year.
Fikir / Görüş
Bana göre, bu film yılın en iyisi.
Original (Adjective) /əˈrɪdʒɪnəl/ - /o-rij-ı-nıl/
This painting is an original piece by Picasso.
Original (Noun) /əˈrɪdʒɪnəl/ - /o-rij-ı-nıl/
The original of the manuscript was lost in the fire.
Originally (Adverb) /əˈrɪdʒɪnəli/ - /o-rij-ı-nı-li/
The novel was originally published in French before being translated.
Orijinal
Bu tablo, Picasso’nun orijinal bir eseridir.
Orijinal
Manuskriptin orijinali yangında kayboldu.
Başlangıçta / İlk olarak
Roman, İngilizceye çevrilmeden önce ilk olarak Fransızca yayınlanmıştı.
Reality (Noun) /rɪˈæləti/ - /ri-al-i-ti/ in
The reality of the situation is much more complicated than we thought.
Real (Adjective) /rɪəl/ - /ri-ıl/
This is a real diamond, not a fake one.
Realistic (Adjective) /rɪəˈlɪstɪk/ - /ri-ə-lis-tik/
Her goals are realistic and achievable.
Gerçeklik
Durumun gerçekliği düşündüğümüzden çok daha karmaşık.
Gerçek
Bu gerçek bir elmas, sahte değil.
Gerçekçi
Onun hedefleri gerçekçi ve ulaşılabilir.
Situation (Noun) /ˌsɪtʃuˈeɪʃən/ - /si-chu-ey-şın/
The situation at work has become more stressful lately.
INTO Trouble (Noun) /ˈtrʌbəl/ - /trʌb-ıl/
She’s been having trouble finding a parking spot.
Trouble (Verb) /ˈtrʌbəl/ - /trʌb-ıl/
The noise outside troubled him as he tried to concentrate.
with sb/sth
to make/cause/run into trouble
Sorun / Zorluk
Park yeri bulmakta zorluk çekiyor.
Sıkıntı vermek
Dışarıdaki gürültü, odaklanmaya çalışırken ona sıkıntı verdi.
Terrible (Adjective) /ˈtɛrəbəl/ - /ter-ı-bıl/
The weather was terrible during our trip to the mountains.
Terribly (Adverb) /ˈtɛrəbli/ - /ter-ı-bli/
She felt terribly sorry for forgetting his birthday.
Berbat / Korkunç
Dağlara yaptığımız seyahat sırasında hava berbat oldu.
Korkunç bir şekilde / Çok
Doğum gününü unuttuğu için korkunç bir şekilde üzüldü.
