unıt 8 Flashcards by Emirhan Ünlütürk

ATTACH
Verb: /əˈtætʃ/ - /ə-tæʧ/
Please attach the document to your email before sending it.
with
Attachment from
Noun: /əˈtæʧmənt/ - /ə-tæʧ-mənt/
I received an email with an attachment containing the report.

Eklemek
Lütfen belgeyi göndermeden önce e-postanıza ekleyin.

Ek
Raporu içeren bir ekle birlikte bir e-posta aldım.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Capacity
Noun: /kəˈpæsəti/ - /kə-pæs-ı-ti/
The stadium has a seating capacity of 50,000 people.
for

Kapasite
Stadın oturma kapasitesi 50.000 kişidir.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Component of
Noun: /kəmˈpəʊ.nənt/ - /kuhm-poh-nuhnt/
The engine is a crucial component of the car.

Bileşen
Motor, arabanın önemli bir bileşenidir.<

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Convenience
Noun: /kənˈviːniəns/ - /kın-vi-ni-əns/
The convenience of online shopping has made it very popular.

Convenient
Adjective: /kənˈviːniənt/ - /kın-vi-ni-ənt/
This location is very convenient for our meetings.

Inconvenient
Adjective: /ˌɪnkənˈviːniənt/ - /in-kın-vi-ni-ənt/
The road closure caused an inconvenient delay.

Conveniently
Adverb: /kənˈviːnəntli/ - /kın-vi-ni-ənt-li/
The store is conveniently located next to the subway station.

Kolaylık
Çevrimiçi alışverişin kolaylığı, çok popüler olmasını sağladı.

Uygun
Bu yer, toplantılarımız için çok uygun.

Uygunsuz
Yol kapanması, uygun olmayan bir gecikmeye neden oldu.

Kolayca
Mağaza, metro istasyonunun yanında kolayca ulaşılabilir bir konumda.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Convince to do
Verb: /kənˈvɪns/ - /kın-vins/
She tried to convince him to accept the offer.

Convincing
Adjective: /kənˈvɪnsɪŋ/ - /kın-vin-sing/
Her explanation was convincing, and everyone agreed.
to do
Convinced
Adjective: /kənˈvɪnzd/ - /kın-vınst/
He was convinced that he could finish the project on time.

İkna etmek
Ona teklifi kabul etmesi için ikna etmeye çalıştı.

İkna edici
Onun açıklaması ikna ediciydi ve herkes aynı fikirdeydi.

İkna olmuş
Projeyi zamanında bitirebileceğine ikna olmuştu.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Criterion
Noun (singular): /kraɪˈtɪəriən/ - /krai-ti-ri-ən/
The main criterion for admission is academic performance.

Criteria against of
Noun (plural): /kraɪˈtɪəriə/ - /krai-ti-ri-ə/
The committee will evaluate the proposals based on several criteria.

Kriter (tekil)
Kabul için ana kriter akademik başarıdır.

Kriterler (çoğul)
Komite, teklifler üzerinde birkaç kriteri dikkate alarak değerlendirme yapacaktır.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

with
Establish
Verb: /ɪˈstæblɪʃ/ - /i-sta-blısh/
The company was established in 1995.

Establishment
Noun: /ɪˈstæblɪʃmənt/ - /i-sta-blısh-mənt/
The establishment of the new law caused widespread debate.

Kurmak
Şirket, 1995 yılında kuruldu.

Kuruluş
Yeni yasanın kuruluşu geniş çapta tartışmalara yol açtı.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Flexibility
Noun: /ˌflɛksɪˈbɪləti/ - /flek-sı-bıl-ı-tee/
The flexibility of the work schedule allows employees to balance their personal and professional lives.

Flexible about
Adjective: /ˈflɛksəbl/ - /flek-sı-bıl/
The flexible material can be bent without breaking.

Back (Türkçe):
Esneklik
Çalışma programının esnekliği, çalışanların kişisel ve profesyonel hayatlarını dengelemesine olanak tanır.

Esnek
Esnek malzeme, kırılmadan bükülebilir.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Frequency of
Noun: /ˈfriːkwənsi/ - /free-kwın-si/
The frequency of meetings has increased this month.
with increasing frequency

Frequent
Adjective: /ˈfriːkwənt/ - /free-kwınt/
He made frequent visits to the library.

Frequently
Adverb: /ˈfriːkwəntli/ - /free-kwınt-li/
She frequently goes to the gym after work.

Frekans
Toplantıların frekansı bu ay arttı.
artan sıklıkta
Sık
Kütüphaneye sık sık ziyaretler yapıyordu.

Sık sık
İşten sonra sık sık spor salonuna gider.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Implement to
Verb: /ˈɪmplɪˌmɛnt/ - /im-ple-ment/
The company plans to implement a new strategy next year.

Implementation
Noun: /ˌɪmplɪˈmɛntˌeɪʃən/ - /im-ple-men-tey-shın/
The implementation of the new policy took longer than expected.

Uygulamak
Şirket, gelecek yıl yeni bir strateji uygulamayı planlıyor.

Uygulama
Yeni politikanın uygulanması beklenenden daha uzun sürdü.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Induce to do
Verb: /ɪnˈdjuːs/ - /in-djuus/
The doctor used medication to induce sleep in the patient.

Yoldan Çıkarmak, Sebep Olmak
Doktor, hastada uykuya sebep olmak için ilaç kullandı.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Stabilize
Verb: /ˈsteɪbəlaɪz/ - /stey-buh-lahyz/
The medicine helped stabilize her condition after the surgery.

Stability
Noun: /stəˈbɪləti/ - /stuh-bil-i-tee/
The stability of the economy is crucial for the country’s growth.

Instability
Noun: /ˌɪnstəˈbɪləti/ - /in-stuh-bil-i-tee/
Political instability can have a negative impact on foreign investments.

Stable
Adjective: /ˈsteɪbəl/ - /stey-buhl/
He has a stable job in a large company.

Unstable
Adjective: /ʌnˈsteɪbəl/ - /uhn-stey-buhl/
The weather is unstable, so be prepared for sudden changes.

Stabilize (Fiil)
İlaç, ameliyat sonrası durumunu stabilize etmeye yardımcı oldu.

Stabilite (İsim)
Ekonominin stabilitesi, ülkenin büyümesi için çok önemlidir.

Instabilite (İsim)
Siyasi istikrarsızlık, yabancı yatırımlar üzerinde olumsuz bir etki yapabilir.

Stabil (Sıfat)
Büyük bir şirkette istikrarlı bir işi var.

Instabil (Sıfat)
Hava durumu kararsız, bu yüzden ani değişikliklere hazırlıklı olun.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Maintain
Verb: /meɪnˈteɪn/ - /meyn-teyn/
Example: It is important to maintain a healthy diet.
an
Maintenance
Noun: /ˈmeɪntənəns/ - /meyn-tı-nəns/
Example: The maintenance of the car is expensive.

Sürdürmek
Sağlıklı bir diyeti sürdürmek önemlidir.

Bakım
Arabanın bakımı pahalıdır.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Methodology of for
Noun: /ˌmɛθəˈdɒlədʒi/ - /me-tho-do-lo-ji/
Example: The methodology of the research was very thorough.
for doing
Methodological
Adjective: /ˌmɛθəˈdɒlədʒɪkəl/ - /me-tho-do-lo-ji-kıl/
Example: The methodological approach was well-organized.

Methodologically
Adverb: /ˌmɛθəˈdɒlədʒɪkli/ - /me-tho-do-lo-ji-kı-li/
Example: The study was methodologically sound and reliable.

Metodoloji
Araştırmanın metodolojisi çok ayrıntılıydı.

Metodolojik
Metodolojik yaklaşım iyi organize edilmişti.

Metodolojik olarak
Çalışma metodolojik olarak sağlam ve güvenilirdi.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Output
Noun: /ˈaʊtpʊt/ - /aʊt-pʊt/
Example: The output of the factory increased significantly last year.

Çıktı
Fabrikanın çıktısı geçen yıl önemli ölçüde arttı.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Range
Noun: /reɪndʒ/ - /reynj/
Example: The store offers a wide range of products.
to range from … to …
the range of sth

Aralık
Mağaza geniş bir ürün yelpazesi sunuyor.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Ratio
Noun: /ˈreɪʃiəʊ/ - /rey-şio/
Example: The ratio of students to teachers is 20:1.
the ratio of a to b
ratio between

Oran
Öğrenci ile öğretmen oranı 20:1’dir.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Irrelevance
Noun: /ɪˈrɛlɪvəns/ - /i-re-le-vıns/
Example: The irrelevance of the argument made it difficult to follow the discussion.
to
Relevance
Noun: /ˈrɛlɪvəns/ - /re-le-vıns/
Example: The relevance of the new data to the project is clear.

Irrelevant
Adjective: /ɪˈrɛləvənt/ - /i-re-le-vınt/
Example: His comments were irrelevant to the topic at hand.

to be Relevant
Adjective: /ˈrɛləvənt/ - /re-le-vınt/
Example: The information provided was relevant to the decision-making process.

Alakasızlık
Argümanın alakasızlığı, tartışmayı takip etmeyi zorlaştırdı.

Alaka
Yeni verilerin projeye olan alakası açıkça ortada.

Alakasız
Yorumları, konuyla alakasızdı.

Alakalı
Sağlanan bilgiler, karar alma süreciyle alakalıydı.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

to do
Require
Verb: /rɪˈkwaɪər/ - /ri-kwayır/
She requires assistance to complete the task.

Requirement of for
Noun: /rɪˈkwaɪərmənt/ - /ri-kwayır-mınt/
A high school diploma is a requirement for the job.

Gerekmek
Görevi tamamlamak için yardıma gereksinimi var.

Gereklilik
Bir lise diploması, iş için gerekliliktir.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Resist
Verb: /rɪˈzɪst/ - /ri-zıst/
She tried to resist the temptation to eat sweets.
to form
Resistance
Noun: /rɪˈzɪstəns/ - /ri-zıstıns/
The resistance to the new policy was stronger than expected.

Resistant
Adjective: /rɪˈzɪstənt/ - /ri-zıstınt/
The fabric is resistant to water and stains.

Direnmek
Tatlı yemeye karşı direnmeye çalıştı.

Direnç
Yeni politikaya karşı direnç beklenenden daha güçlüydü.

Dirençli
Kumaş suya ve lekelere karşı dirençlidir.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Objective an
Noun: /əbˈdʒɛktɪv/ - /əb-jek-tiv/
The main objective of the project is to improve efficiency.

Hedef
Projenin ana hedefi verimliliği artırmaktır.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Prioritize
Verb: /praɪˈɒrɪtaɪz/ - /pray-or-ı-teyz/
You need to prioritize your tasks to meet the deadline.
to
Priority
Noun: /praɪˈɒrɪti/ - /pray-or-ı-ti/
The safety of employees is our top priority.

Prior
Adjective: /ˈpraɪər/ - /pray-ır/
I had no prior knowledge of the event.

Öncelik vermek
Teslim tarihiyle yetişebilmek için görevlerine öncelik vermelisin.

Öncelik
Çalışanların güvenliği bizim en yüksek önceliğimizdir.

Önceki
Etkinlikle ilgili önceki bilgim yoktu.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Qualify
Verb: /ˈkwɒlɪfaɪ/ - /kwo-li-fay/
She needs to qualify for the competition before she can participate.

Qualification
Noun: /ˌkwɒlɪfɪˈkeɪʃən/ - /kwo-li-fi-key-şın/
A university degree is a common qualification for this job.in on

Qualified
Adjective: /ˈkwɒlɪfaɪd/ - /kwo-li-fayd/
He is a qualified engineer with years of experience.

Unqualified
Adjective: /ʌnˈkwɒlɪfaɪd/ - /un-kwo-li-fayd/
She was unqualified for the position due to lack of experience.

Nitelendirmek
Yarışmaya katılmadan önce nitelikli olması gerekiyor.

Nitelik
Bir üniversite diploması, bu iş için yaygın bir niteliktir.

Nitelikli
O, yılların deneyimine sahip nitelikli bir mühendistir.

Niteliksiz
Deneyim eksikliği nedeniyle pozisyon için niteliksizdi.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

Steady
Adjective: /ˈstɛdi/ - /ste-di/
The patient’s condition remained steady throughout the night.

Steadily
Adverb: /ˈstɛdɪli/ - /ste-di-li/
The company is growing steadily despite the economic challenges.

Sabit
Hastanın durumu gece boyunca sabit kaldı.

İstikrarlı bir şekilde
Şirket, ekonomik zorluklara rağmen istikrarlı bir şekilde büyüyor.

How well did you know this?

Not at all

Perfectly

to Strengthen Verb: /ˈstrɛŋkθən/ - /streŋk-then/ They need to strengthen their communication skills for the project. Strength Noun: /strɛŋkθ/ - /streŋkθ/ His strength lies in his ability to solve complex problems. Strong Adjective: /strɒŋ/ - /stroŋ/ She has a strong personality and can handle difficult situations.

Güçlendirmek Proje için iletişim becerilerini güçlendirmeleri gerekiyor. Güç Onun gücü, karmaşık problemleri çözme yeteneğindedir. Güçlü Güçlü bir kişiliğe sahip ve zor durumlarla başa çıkabilir.

Substantial Adjective: /səbˈstænʃəl/ - /səb-stan-şıl/ The company made a substantial profit last year. Substantially Adverb: /səbˈstænʃəli/ - /səb-stan-şı-li/ The project was substantially improved after the changes.

Önemli Şirket geçen yıl önemli bir kar elde etti. Önemli ölçüde Proje, değişikliklerden sonra önemli ölçüde geliştirildi.

Undertake Verb: /ˌʌndəˈteɪk/ - /an-dır-teyk/ He decided to undertake the responsibility of managing the project.

Üstlenmek Projeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmeye karar verdi.

Vague Adjective: /veɪɡ/ - /veyg/ His explanation was too vague to understand clearly. Vaguely Adverb: /ˈveɪɡli/ - /veyg-li/ She vaguely remembered the details of the meeting.

Belirsiz Açıklaması, net bir şekilde anlamak için çok belirsizdi. Beliğsizce Toplantının detaylarını belirsizce hatırlıyordu.

Violence Noun: /ˈvaɪələns/ - /vay-ə-ləns/ The community is working hard to reduce violence in the area. against Violent of Adjective: /ˈvaɪələnt/ - /vay-ə-lınt/ He was involved in a violent confrontation at the bar. Violently Adverb: /ˈvaɪələntli/ - /vay-ə-lənt-li/ The storm hit the town violently, causing severe damage.

Şiddet Topluluk, bölgede şiddeti azaltmak için yoğun bir şekilde çalışıyor. Şiddetli Barın içinde şiddetli bir çatışmaya karıştı. Şiddetle Fırtına kasabayı şiddetle vurdu, büyük hasara yol açtı.

Abstract Adjective: /ˈæbstrækt/ - /ab-strakt/ The painting was abstract, with no clear shapes or figures.

Soyut Resim soyuttu, belirgin şekiller ya da figürler yoktu.

in Advance Verb: /ədˈvæns/ - /əd-vans/ She decided to advance her career by taking additional courses. Advancement Noun: /ədˈvɑːnsmənt/ - /əd-vans-mınt/ The company offers many opportunities for career advancement.

İlerlemek Kariyerini ilerletmeye karar verdi, ek dersler alarak. İlerleme Şirket, kariyer ilerlemesi için birçok fırsat sunuyor.

Awareness Noun: /əˈwɛə(r)nəs/ - /ə-weə-nəs/ There is increasing awareness about mental health. to be Aware of Adjective: /əˈweə(r)/ - /ə-weər/ He is aware of the potential risks involved. Unaware Adjective: /ˌʌnəˈweə(r)/ - /un-ə-weər/ She was unaware of the changes in the plan.

Farkındalık Zihinsel sağlık konusunda artan bir farkındalık var. Farkında Potansiyel risklerin farkındaydı. Farkında olmayan Planlardaki değişikliklerin farkında değildi.

Consequence Noun: /ˈkɒnsɪkwəns/ - /kon-sı-kwəns/ The consequence of his actions was a severe penalty. of Consequent Adjective: /ˈkɒnsɪkwənt/ - /kon-sı-kwınt/ The consequent changes in the law affected many businesses. Consequently Adverb: /ˈkɒnsɪkwəntli/ - /kon-sı-kwınt-li/ The project was delayed, and consequently, the deadline was extended.

Sonuç Eylemlerinin sonucu, ağır bir ceza oldu. Sonuç olarak Kanundaki sonuçta değişiklikler, birçok işi etkiledi. Sonuç olarak Proje gecikti ve sonuç olarak teslim tarihi uzatıldı.

on Depend Verb: /dɪˈpɛnd/ - /dɪ-pend/ You can always depend on her for support. Dependency on Noun: /dɪˈpɛndənsi/ - /dɪ-pen-dən-si/ His dependency on his parents made it difficult for him to live alone. Dependence Noun: /dɪˈpɛndəns/ - /dɪ-pen-dəns/ The country's dependence on oil exports makes its economy vulnerable. Independence Noun: /ˌɪndɪˈpɛndəns/ - /in-də-pen-dəns/ Many countries fought for their independence from colonial powers. to be Dependent on Adjective: /dɪˈpɛndənt/ - /dɪ-pen-dənt/ The child is still dependent on her parents for financial support. Independent Adjective: /ˌɪndɪˈpɛndənt/ - /in-də-pen-dənt/ She is an independent woman who handles everything on her own. Independently Adverb: /ˌɪndɪˈpɛndəntli/ - /in-də-pen-dənt-li/ He completed the project independently, without any help.

Bağlı olmak Ona her zaman destek için güvenebilirsiniz. Bağımlılık Ailesine olan bağımlılığı, yalnız yaşamayı zorlaştırıyordu. Bağımlılık Ülkenin petrol ihracatına olan bağımlılığı, ekonomisini savunmasız hale getiriyor. Bağımsızlık Birçok ülke, sömürgeci güçlerden bağımsızlıkları için savaştı. Bağımlı Çocuk, finansal destek için hala ebeveynlerine bağımlıdır. Bağımsız Kendi başına her şeyi halleden bağımsız bir kadındır. Bağımsız bir şekilde Yardım almadan projeyi bağımsız bir şekilde tamamladı.

Diversity Noun: /daɪˈvɜːsɪti/ - /daɪ-vur-si-ti/ The company values diversity in its workforce. Diverse of Adjective: /daɪˈvɜːs/ - /daɪ-vırs/ The city has a diverse population, including people from many different cultures. Diverse Adverb: /daɪˈvɜːsli/ - /daɪ-vırs-li/ The team members worked diversely on the project to bring different perspectives.

Çeşitlilik Şirket, iş gücünde çeşitliliği değerli buluyor. Farklı Şehir, birçok farklı kültürden insanları içeren çeşitli bir nüfusa sahiptir. Çeşitli bir şekilde Ekip üyeleri, projede farklı bakış açıları getirebilmek için çeşitli bir şekilde çalıştılar.

by Disrupt Verb: /dɪsˈrʌpt/ - /dis-rupt/ The new technology will disrupt traditional business models. Disruption Noun: /dɪsˈrʌpʃən/ - /dis-rap-şın/ The storm caused a major disruption to the transport system. Disruptive Adjective: /dɪsˈrʌptɪv/ - /dis-rupt-ıv/ His disruptive behavior in class made it difficult for others to concentrate.

Bozmak Yeni teknoloji, geleneksel iş modellerini bozacaktır. Kesinti Fırtına, ulaşım sisteminde büyük bir kesintiye yol açtı. Bozucu Sınıftaki bozucu davranışları, diğerlerinin odaklanmasını zorlaştırdı.

Engage Verb: /ɪnˈɡeɪdʒ/ - /in-geyj/ The teacher tried to engage the students in the discussion. Engagement in with Noun: /ɪnˈɡeɪdʒmənt/ - /in-geyj-mənt/ Their engagement to be married was announced last week.

Katılmak Öğretmen, öğrencileri tartışmaya katılmaya teşvik etmeye çalıştı. Nişan Geçen hafta nişanlandıkları duyuruldu.

Entirety Noun: /ɪnˈtaɪəti/ - /in-tay-ə-ti/ He read the book in its entirety in one sitting. Entire Adjective: /ɪnˈtaɪə(r)/ - /in-tay-ər/ The entire team celebrated the victory together. Entirely Adverb: /ɪnˈtaɪəli/ - /in-tay-ı-li/ She was entirely responsible for organizing the event.

Bütünlük Kitabı bir oturuşta bütün olarak okudu. Tam Tüm takım birlikte zaferi kutladı. Tamamen Etkinliği düzenlemek tamamen ona aitti.

Fulfil Verb: /fʊlˈfɪl/ - /fıl-fil/ She worked hard to fulfil her dreams of becoming a doctor. Fulfillment Noun: /fʊlˈfɪlmənt/ - /fıl-fil-mənt/ Achieving his goals gave him a sense of fulfillment. Fulfilled Adjective: /fʊlˈfɪld/ - /fıl-filled/ She felt fulfilled after completing the project successfully.

Gerçekleştirmek Doktor olma hayallerini gerçekleştirmek için çok çalıştı. Tatmin Hedeflerine ulaşmak, ona bir tatmin duygusu verdi. Tatmin olmuş Projeyi başarıyla tamamladıktan sonra tatmin olmuş hissediyordu.

Harm Noun: /hɑːm/ - /haarm/ The accident caused serious harm to the environment. Harm Verb: /hɑːm/ - /haarm/ Smoking can harm your health. Harmful Adjective: /ˈhɑːmfʊl/ - /haam-fıl/ The chemicals in the water are harmful to aquatic life. Harmless Adjective: /ˈhɑːmləs/ - /haam-lıs/ The snake appeared dangerous, but it was actually harmless. Harmlessly Adverb: /ˈhɑːmləsli/ - /haam-lıs-li/ He smiled harmlessly, without any malice.

Zarar Kaza çevreye ciddi zarar verdi. Zarar vermek Sigara içmek sağlığınıza zarar verebilir. Zararlı Suda bulunan kimyasallar sucul yaşam için zararlıdır. Zararsız Yılan tehlikeli görünüyordu, ancak aslında zararsızdı. Zararsızca Kötü niyet gütmeden zararsızca gülümsedi.

of Capability Noun: /ˌkeɪpəˈbɪləti/ - /key-pə-bil-ı-ti/ The team demonstrated great capability in completing the project on time. Capable Adjective: /ˈkeɪpəbl/ - /key-pə-bıl/ She is capable of handling complex tasks efficiently. to be Incapable of Adjective: /ɪnˈkeɪpəbl/ - /in-key-pə-bıl/ He felt incapable of solving the difficult problem.

Yetenek Takım, projeyi zamanında tamamlamada büyük bir yetenek sergiledi. Yetenekli O, karmaşık görevleri verimli bir şekilde yerine getirebilecek yeteneklere sahip. Yetersiz Zor problemi çözme konusunda yetersiz hissediyordu.

Loose Adjective: /luːs/ - /lus/ The screws were loose, causing the machine to malfunction. Loosely Adverb: /ˈluːsli/ - /lus-li/ He tied the rope loosely, not wanting it to be too tight.

Gevşek Vidalarda gevşeklik vardı, bu da makinenin arızalanmasına neden oldu. Gevşek bir şekilde İpi gevşek bir şekilde bağladı, çok sıkı olmasını istemedi.

Manual Adjective: /ˈmænjuəl/ - /man-yu-əl/ The machine requires manual operation to function properly. Manually Adverb: /ˈmænjuəli/ - /man-yu-əl-li/ The report was manually written by the team over several weeks.

El ile yapılan Makinenin düzgün çalışabilmesi için el ile yapılan bir işlem gereklidir. Elle Rapor, ekip tarafından birkaç hafta boyunca elle yazıldı.

Occupy Verb: /ˈɒkjʊpaɪ/ - /ok-yu-pai/ The workers occupy the building to protest the decision. an Occupation Noun: /ˌɒkjʊˈpeɪʃən/ - /ok-yu-pey-şın/ Teaching is a noble occupation that requires dedication. Occupational Adjective: /ˌɒkjʊˈpeɪʃənl/ - /ok-yu-pey-şə-nıl/ The company offers various occupational health programs for its employees.

İşgal etmek İşçiler, karara karşı protesto etmek için binayı işgal ettiler. Meslek Öğretmenlik, özveri gerektiren soylu bir meslektir. Mesleki Şirket, çalışanları için çeşitli mesleki sağlık programları sunmaktadır.

Outcome of Noun: /ˈaʊtkʌm/ - /aʊt-kʌm/ The outcome of the experiment was surprising and unexpected.

Sonuç Deneyin sonucu şaşırtıcı ve beklenmedikti.

to Insure Verb: /ɪnˈʃʊə(r)/ - /in-shoor/ It's important to insure your car against accidents. against Insurance Noun: /ɪnˈʃʊərəns/ - /in-shoor-əns/ He bought health insurance to cover medical expenses.

Sigortalamak Arabanızı kazalara karşı sigortalamak önemlidir. Sigorta Tıbbi masrafları karşılamak için sağlık sigortası satın aldı.

to have no/every intention of doing to Intend to do Verb: /ɪnˈtɛnd/ - /in-tend/ She intends to study abroad next year. Intention of doing sth of Noun: /ɪnˈtɛnʃən/ - /in-ten-şın/ His intention is to improve the company's performance. Intentional Adjective: /ɪnˈtɛnʃənl/ - /in-ten-şın-ıl/ The damage to the property was intentional. Unintentional Adjective: /ˌʌnɪnˈtɛnʃənl/ - /un-in-ten-şın-ıl/ The mistake was unintentional, and she apologized for it. Intentionally Adverb: /ɪnˈtɛnʃənli/ - /in-ten-şın-li/ He intentionally ignored the warning signs. Unintentionally Adverb: /ˌʌnɪnˈtɛnʃənli/ - /un-in-ten-şın-li/ She unintentionally offended her friend with her comment.

Niyet etmek Gelecek yıl yurt dışında eğitim almayı niyet ediyor. Niyet Onun niyeti, şirketin performansını iyileştirmektir. Kasıtlı Mülke verilen zarar kasıtlıydı. Kasıtlı olmayan Hata kasıtlı değildi ve özür diledi. Kasıtlı bir şekilde Uyarı işaretlerini kasıtlı bir şekilde görmezden geldi. Kasıtlı olmayan bir şekilde Yorumuyla kasıtlı olmayan bir şekilde arkadaşını kırdı.

Notice Verb: /ˈnəʊtɪs/ - /no-tis/ Did you notice the changes in the report? Noticeable Adjective: /ˈnəʊtɪsəbl/ - /no-tis-ı-bıl/ There was a noticeable improvement in her performance.

Fark etmek Rapordaki değişiklikleri fark ettin mi? Gözle görülür Onun performansında gözle görülür bir iyileşme vardı

Philosopher Noun: /fɪˈlɒsəfə(r)/ - /fi-lo-so-fır/ Socrates is considered one of the greatest philosophers in history. Philosophy of Noun: /fəˈlɒsəfi/ - /fi-lo-so-fi/ Her philosophy of life is based on simplicity and kindness. Philosophical Adjective: /ˌfɪləˈsɒfɪkəl/ - /fi-lo-so-fi-kıl/ He remained calm and philosophical about the challenges ahead. Philosophically Adverb: /ˌfɪləˈsɒfɪkli/ - /fi-lo-so-fi-kli/ She philosophically accepted the outcome, knowing it was beyond her control.

Filozof Sokrat, tarihin en büyük filozoflarından biri olarak kabul edilir. Felsefe Onun yaşam felsefesi sadelik ve nezaket üzerine kuruludur. Felsefi O, önündeki zorluklara karşı sakin ve felsefi bir tutum sergiledi. Felsefi bir şekilde Sonucu felsefi bir şekilde kabul etti, bunun kendi kontrolü dışında olduğunu bilerek.

to achieve Progress Noun: /ˈprəʊɡres/ - /proh-gres/ The project has made significant progress in the last month. Progress Verb: /prəˈɡres/ - /proh-gres/ We are progressing well with the new marketing strategy. Progressive Adjective: /prəˈɡrɛsɪv/ - /proh-gres-ıv/ The company has adopted progressive policies to promote sustainability.

İlerleme Proje geçen ayda önemli bir ilerleme kaydetti. İlerlemek Yeni pazarlama stratejisiyle iyi bir şekilde ilerliyoruz. İlerici Şirket, sürdürülebilirliği teşvik etmek için ilerici politikalar benimsemiştir.

Prospect Noun: /ˈprɒspɛkt/ - /pros-pekt/ The prospect of a promotion motivated him to work harder. Prospective Adjective: /prəˈspɛktɪv/ - /pro-spek-tıv/ The company is interviewing prospective candidates for the position. Prospectively Adverb: /prəˈspɛktɪvli/ - /pro-spek-tıv-li/ The project will be evaluated prospectively, based on future outcomes.

İhtimal Terfi ihtimali, onun daha fazla çalışmasını sağladı. Aday Şirket, pozisyon için adayları mülakata alıyor. İleriye dönük olarak Proje, gelecekteki sonuçlara göre ileriye dönük olarak değerlendirilecektir.

from Remote Adjective: /rɪˈməʊt/ - /ri-mout/ They live in a remote village far from the city. Remotely Adverb: /rɪˈməʊtli/ - /ri-mout-li/ She was remotely involved in the decision-making process.

Uzak Şehirden uzak, izole bir köyde yaşıyorlar. Uzak bir şekilde Karar verme sürecine uzak bir şekilde dahil oldu.

to be Theorize Verb: /ˈθɪəraɪz/ - /thi-uh-raiz/ Scientists theorize that the universe is constantly expanding. Theory Noun: /ˈθɪəri/ - /thee-oh-ree/ Darwin's theory of evolution changed the way we view biology. Theoretical Adjective: /ˌθɪəˈrɛtɪkəl/ - /thee-oh-ret-ı-kıl/ Theoretical knowledge is important, but practical experience is equally valuable. Theoretically Adverb: /ˌθɪəˈrɛtɪkli/ - /thee-oh-ret-ık-li/ Theoretically, this method should work, but we need to test it.

Teorileştirmek Bilim insanları, evrenin sürekli olarak genişlediğini teorileştiriyor. Teori Darwin'in evrim teorisi, biyolojiye bakış açımızı değiştirdi. Teorik Teorik bilgi önemlidir, ancak pratik deneyim de aynı derecede değerlidir. Teorik olarak Teorik olarak, bu yöntem işe yaramalı, ancak test etmemiz gerekiyor.

to Uniformity Noun: /juːnɪˈfɔːmɪti/ - /yu-nı-form-ı-ti/ The uniformity of the design made the project look more professional. Uniform Adjective: /ˈjuːnɪfɔːm/ - /yu-nı-form/ The workers wore a uniform dress code for the event. Uniformly Adverb: /ˈjuːnɪfɔːmli/ - /yu-nı-form-li/ The paint was applied uniformly across the wall.

Benzersizlik Tasarımın benzerliği, projeyi daha profesyonel gösterdi. Benzersiz Çalışanlar etkinlik için benzer bir kıyafet kodu giydi. Benzersiz bir şekilde Boya, duvara benzer bir şekilde uygulandı.

Accompany Verb: /əˈkʌmpəni/ - /ə-kʌm-pə-ni/ She will accompany her friend to the concert. Accompanied Adjective: /əˈkʌmpənid/ - /ə-kʌm-pə-nıd/ The letter was accompanied by a gift.

Eşlik etmek Arkadaşına konsere eşlik edecek. Eşlik edilmiş Mektup, bir hediye ile eşlik edilmişti.

Base (on) Verb: /beɪs/ - /beɪs/ The movie is based on a true story. on Basis of Noun: /ˈbeɪsɪs/ - /bey-sıs/ The decision was made on the basis of the evidence presented. Based Adjective: /beɪst/ - /beyst/ The company is based in New York.

Dayandırmak Film gerçek bir hikayeye dayandırılmıştır. Temel Karar, sunulan delillere dayalı olarak verilmiştir. Kurulu Şirket, New York'ta kuruludur.

Inferior to Adjective: /ɪnˈfɪəriə(r)/ - /in-fir-i-ır/ The quality of the product was inferior to its competitors.

Alt Ürünün kalitesi rakiplerinden daha alt seviyedeydi.

Inherit from Verb: /ɪnˈhɛrɪt/ - /in-her-it/ She will inherit her grandmother's jewelry. Inheritor of Noun: /ɪnˈhɛrɪtə(r)/ - /in-her-ı-tır/ He is the rightful inheritor of the family estate. Inheritance Noun: /ɪnˈhɛrɪtəns/ - /in-her-ı-tıns/ The inheritance was divided among the siblings.

Miras almak Büyükannesinin takılarını miras alacak. Mirasçı O, ailenin mal varlığının haklı mirasçısıdır. Miras Miras, kardeşler arasında paylaştırıldı.

Insist on Verb: /ɪnˈsɪst/ - /in-sıst/ She insisted on attending the meeting despite being ill. on doing on Insistence on Noun: /ɪnˈsɪstəns/ - /in-sıst-ıns/ His insistence on perfection often causes delays. Insistent Adjective: /ɪnˈsɪstənt/ - /in-sıst-ınt/ She was insistent that they follow the plan exactly. Insisting Verb (present continuous): /ɪnˈsɪstɪŋ/ - /in-sıst-ing/ He is insisting on a full refund for the damaged product.

Israr etmek Hasta olmasına rağmen toplantıya katılmakta ısrar etti. Israr Mükemmeliyetçilik konusundaki ısrarı genellikle gecikmelere yol açar. Israrcı Planı tam olarak takip etmeleri konusunda ısrarcıydı. Israr ediyor Hasarlı ürün için tam bir geri ödeme yapılması konusunda ısrar ediyor.

Obligation to Noun: /ˌɒblɪˈɡeɪʃən/ - /ob-lı-ˈgeyşın/ He felt an obligation to help his friends in need. to do Obliged to Adjective: /əˈblaɪdʒd/ - /ə-blaɪdjd/ She was obliged to attend the meeting because of her position. an Obligatory for Adjective: /əˈblɪɡətɔːri/ - /ob-lı-ˈgıt-o-ri/ It is obligatory to wear a uniform at the company.

Yükümlülük Yardıma ihtiyaç duyan arkadaşlarına yardımcı olma yükümlülüğü hissetti. Mecbur Pozisyonu nedeniyle toplantıya katılmak zorundaydı. Zorunlu Şirkette üniforma giymek zorunludur.

Praise for Verb: /preɪz/ - /preyz/ She praised his dedication to the project. Praise for Noun: /preɪz/ - /preyz/ The teacher offered praise for the students' hard work.

Övmek Projeye olan adanmışlığını övdü. Övgü Öğretmen, öğrencilerin sıkı çalışması için övgüde bulundu.

Proceed Verb: /prəˈsiːd/ - /prə-siid/ Please proceed with the presentation. for Procedure for Noun: /prəˈsiːdʒər/ - /prə-si-jer/ The procedure for applying is straightforward.

Devam etmek Lütfen sunuma devam edin. Prosedür Başvuru prosedürü oldukça basittir.

Register to for Verb: /ˈrɛdʒɪstər/ - /rej-is-tır/ You need to register for the conference by next week. to for Registration Noun: /ˌrɛdʒɪsˈtreɪʃən/ - /rej-is-trey-şın/ The registration for the event will close on Friday. Registered Adjective: /ˈrɛdʒɪstərd/ - /rej-is-tırd/ She is a registered member of the association.

Kaydolmak Konferansa gelecek hafta kadar kaydolmanız gerekiyor. Kayıt Etkinlik için kayıtlar Cuma günü kapanacak. Kayıtlı O, derneğin kayıtlı bir üyesidir.

Recover Verb: /rɪˈkʌvər/ - /ri-kʌv-ır/ It took her several months to recover from the injury. to from Recovery from Noun: /rɪˈkʌvəri/ - /ri-kʌv-ı-ri/ The patient's recovery was faster than expected.

İyileşmek Yaralanmadan iyileşmesi birkaç ay sürdü. İyileşme Hastanın iyileşmesi beklenenden daha hızlı oldu.

Secure Verb: /sɪˈkjʊər/ - /sı-kyur/ She secured a job at the company after the interview. Security Noun: /sɪˈkjʊərəti/ - /sı-kyur-i-ti/ The security of the building is a top priority. Secure Adjective: /sɪˈkjʊər/ - /sı-kyur/ The document was stored in a secure location. Insecure Adjective: /ˌɪnsɪˈkjʊər/ - /in-sı-kyur/ He felt insecure about his performance in the meeting. Securely Adverb: /sɪˈkjʊərli/ - /sı-kyur-li/ The data was stored securely in the cloud.

Güvence altına almak Görüşmeden sonra şirkette bir iş güvenceye aldı. Güvenlik Bina güvenliği en yüksek önceliktir. Güvenli Belge güvenli bir yerde saklandı. Güvensiz Toplantıdaki performansından güvensiz hissediyordu. Güvenli bir şekilde Veriler bulutta güvenli bir şekilde saklandı.

Severity Noun: /sɪˈvɛrəti/ - /sı-ver-i-ti/ The severity of the storm caused widespread damage. Severe Adjective: /sɪˈvɪə(r)/ - /sı-vir/ The patient suffered from severe headaches. Severely Adverb: /sɪˈvɪəli/ - /sı-vir-li/ He was severely injured in the accident.

Ciddiyet Fırtınanın ciddiyeti geniş çapta hasara yol açtı. Şiddetli Hasta şiddetli baş ağrılarından muzdaripti. Ciddi bir şekilde Kazada ciddi şekilde yaralandı.

unıt 8 Flashcards

(66 cards)